Cahit Zarifoğlu'nun hiç bilinmeyen "Mirzabeyoğlu" yazısı...

Parantez Haber'den Şükrü Sak "Cahit Zarifoğlu'nun hiç bilinmeyen Mirzabeyoğlu yazısı" başlıklı makalesinde Zarifoğlu'nun  Salih Mirzabeyoğlu'nu anlattığı tarihi bir yazısını yayınladı..

İŞTE O YAZI :

Bugün Cahit Zarifoğlu’nun vefatının 33. Yılı...

Bu vesile ile aklıma geldi; Zarifoğlu’nun, Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu ile ilgili bu “anısını” sanıyorum çoğu kimse bilmez...

Cahit Zarifoğlu ve Salih Mirzabeyoğlu tanışıyorlar mıydı?

Zarifoğlu’nun, “ekstrem-aşırı” örnek diye anlattığı olay neydi?

Cahit Zarifoğlu’nun, Salih Mirzabeyoğlu’nu anlattığı bu yazı, bir tesadüf eseri eline geçmemiş veya gözüne ilişmemiş olsaydı... Sonrasında bunu “Gölgeler” isimli romanına almamış olsaydı, bizim de, ne bu “tanışmadan” ne de bu “ekstrem-aşırı” örnekten haberimiz olmayacaktı... E taa 1983’de bir derginin yüzlerce safyası arasında yayınlanıp kalmış bir yazıdan kimin ne haberi olacak?

Olmayacaktı...

Bu kısa yazıda, -anıda- hem Mirzabeyoğlu’nun, hem de Cahit Zarifoğlu’nun Necip Fazıl’la olan ilişkilerine, hem de Mirzabeyoğlu ile Zarifoğlu’nun, “fizikî benzerliğinin” görsel örneğini –fotoğrafını- görünce, yazıda geçen “benzetmenin” sebebini daha iyi anlıyoruz...

 “Üstad’ın karıştıracağı ölçüde, fiziki olarak birbirlerine benziyorlar mıydı?” sorusunun cevabı da daha sonra, bizim kuşak için “anlaşılır” hale geliyor...

Çünkü, yazıda göreceğiniz gibi, Üstad Necip Fazıl, Zarifoğlu’nu, “Mirzabeyoğlu”ne benzetiyor, o yıllarda ve o yaşlarda...

Zarifoğlu’nun bu ilginç yazısı; 1983’de Üstad’ın vefat etmesi üzerine, Mavera dergisinin Necip Fazıl Özel sayısında yayınlanıyor...

Yazının dergideki başlığını hatırlamıyorum... Ama  Mirzabeyoğlu’nun “Gölgeler” isimli romanın da, “Dergide Adem” başlığı ile yer alıyor...

İşte rahmetli Cahit Zarifoğlu’nun pek bilinmeyen –aslında hiç bilinmeyen- Necip Fazıl, Salih Mirzabeyoğlu ve kendisi arasında geçen o olayı anlattığı yazısı:

DERGİ'DE ADEM

Anlattıklarıma bakınca kendimi yıllar boyu Necip Fazıl’la haşır neşir olmuş biri sanıyorum. Oysa, ilk ziyareti takip eden beş altı yıl içinde en çok beş ziyaret. Yıllar sonra, hemen hemen 10 yıl sonra ise yeniden, bu defa Ankara'da tekrar görmeye başladım. Siyasi işler için olacak, oldukça sık geliyordu. Reşat'ın yazıhanesine iniyordu. Onda, veya Bahri'de, yahut Akif’de kalıyordu. Gündüz görüyorduk. Gece uzun saatler boyunca bir arada olunuyordu.

Beni tanımıştı, ama ben olarak değil. İstanbul'da talebelik yıllarında kendisini ziyaret eden yüzlerce insanın içinde birkaç kere gidip gelmiş biri olarak değil. Zira Ankara'daki, belki de ilk karşılaşmada Reşat'ın bürosunda otururken, beni takdim ettiklerinde:

-“Sen, dedi; evvelki yıl, zifiri karanlık bir geceyarısı, yağmurlu, fırtınalı bir havada, üzerine iki iri köpek de durmadan hırladığı halde, güm güm kapımı vurup, saçın, üstün başın perişan ve meczup, âdeta yakama yapışarak "beni sen mahfettin, beynimi allak bullak ettin" diyen şahıs değil misin?”

Değilim.

Fakat o:

-“Sana bakarken hayalimi biraz oynattığımda o oluyorsun... Yanıldığımı zannetmiyorum!”

Dedi ve âdeta ısrar etti.

Üstad o kadar inandırıcı ve orada bulunan bütün tanıdıklar “şairliklerime” ve minik hafakanlarıma o kadar aşina idiler ki, bir anda, etrafıma bakınınca, inkârımı anlayışla karşılamaya hazır dost bakışlar gördüm.

Üstad'a hangi yıl olduğunu sordum. Niyetim ondan kati bir tarih almak ve o tarihte “suç mahallinde olmadığımı” ispat etmek. Fakat belli bir tarih vermedi. Askerde, Sarıkamış'ta olduğum bir tarihi vermesini boşuna bekledim. Bunun dışında eğer İstanbul'da yaşadığım bir zamanı verecek olsaydı, ben dememin hiç bir anlamı yoktu. Zira bütün tanıdıklardan kopuk, deniz kenarlarında, mayasız ve şimdiki bakışımla anlamsız bir hayat sürüyordum.

Üstad bir tarih vermedi ve öyle kaldı. Hatta “ben değilim!” deyişimle Üstad'ın ikna olduğunu da sandım. Ne var ki, o günlerde arkadaşlara olayı daha teferruatlı anlatmış ve “Cahit'ti!” demiş.

ZİHNİM O KİŞİYİ ARADI VE YANILMIYORSAM BULDU:

Boyu, boyum kadar. İnceliği, yani vücutça, inceliğim kadar. Benim kadar esmer. Kafatası yapısı benimki gibi. Mimikleri ve konuşurken jestleri de öyle. Sesi benimkine benzeyen, ama geldiği yörenin tonları ve aksanıyla konuşan, sanatkâr mizaçlı ve yazan biri. Şiirleri ve düz yazıları var. Bir benzerlik daha: Adeta tabiî bir enerjiyle değil, bir sinir enerjisiyle deviniyor. Kıpırdıyor. Huzursuz. Daima terliyor gibi. İşte buradan itibaren Üstad'ın çizdiği insan. Ve en belirgin özelliği, Üstad'ı âdeta delicesine okumuş olması. Bense, Üstad'tan topu topu kırk elli şiir okudum. Bir iki piyesinin dışında sonuna kadar bitirdiğim kitabı olmadı. Hemen hemen benim yaşımdaki o delikanlıyı, 1970 veya 71 yılında tanıdım. Üstad'ın cümleleri ile konuşuyordu. Yazı larında tıpa tıp onun üslubu vardı. Bu üsluba bakarak yazdıklarını Üstad'ın sanmak bile mümkündü.

Onu bu derece benimseyip, bir buhran anında onu kapısına gidip, “beni öldürdün!” diyecek, tanıdığım TEK İNSAN olsa olsa buydu. Doğru söylemiştir bir anlamda, eğer bu anlattığım insan söylemişse. Kendinde Üstad'tan başka bir şey kalmamıştı. Demek günün birinde habersiz faile hesap sormaya gitti. Necip Fazıl'ın, insanları, şiirleri ve yazılarıyla nasıl etkilediğini bilenler, bu “ekstrem-aşırı” örneği çok iyi anlayacaklardır.

Şükrü Sak-Parantez Haber

0 yorum:

Yorum Gönder

Yorumlarınızda Kişilik haklarına saldırı,küfür ve benzeri ifadeleriniz yayınlanmamaktadır.Yorumları yazarken İsminizi belirtmeniz önemle duyurulur.