Yazar
Şlomo Avineri
Komünist yönetimlerin çöküşü, Leninci denemenin başarısızlığa uğradığı konusunda hiçbir şüpheye yer bırakmıyor. Endüstrileşme-öncesi ülkelerde sosyalizm rüyasını zorla uygulamaya kalkmak da başarısızlıkla sonuçlandı. Endüstrileşme öncesinde bulunan ülkelerde sosyalizm imkân-sızdır ve öyle kalacaktır. Demokrasisi olmayan sosyalizm de eninde sonunda Stalinci kâbuslara kaymaya mahkûmdur.
Yine de bu tarihî devler savaşında kimin kazandığı belli değildir. Demokrasi mi? Kapitalizm mi? Doğu Avrupa'da komünizm denemesinin başarısızlığı, aslında, dikkatleri Batı'da olan bitenlerden başka yana çekti. İlk bakışta savaşı Batı kapitalizmi kazanmış gibi görünüyor, ama daha yakından bakıldığında ortaya karışık bir manzara çıkıyor.
En başta şu var: Bugünkü Batı kapitalizmi, klâsik sosyalizmin yerden yere vurduğu kapitalizmle aynı değildir. Geçen yüzyılın ikinci yarısında Marx kapitalizmin çökeceği tahmininde bulunduğunda, o zamanki kapitalist dünyanın liderleri olan İngiltere ve Fransa'daki ekonomik düzen bugün "Batı Kapitalizmi" adını verdiğimiz düzenden tamamıyla farklıydı.
O devrin kapitalizminde piyasa güçleri dizginsizdi. Pek çok ülkede işçi sendikaları kanunen yasaktı. İşçilerin söz hakkı yoktu. Kadın ve çocuk işçiliğini sınırlayan kanun ya da kurallar yoktu. Hafta sonu tatili yoktu ve haftadaki iş saatleri sayısını belirleyen kanun da yoktu. İşçiler için hastalık sigortası, emeklilik ve sakatlık durumlarını düzenleyen kurallar da yoktu. Zorunlu eğitim ve asgari ücreti belirleyici düzenlemeler yoktu. Yani işçi dizginsiz piyasanın keyfiliğine terkedilmiş durumdaydı.
Tarihî sosyalizm bu kapitalizme karşı ortaya çıktı. Sosyalistlerin eleştirisine göre bu çeşit kapitalizm ahlâk kurallarına aykırı değildi sadece, günün birinde çökmeye de mahkûmdu. İç ekonomik ve sosyal gerginlikler bu kapitalist düzenin sonunda yıkılmasına neden olacaktı. Komünist Manifestosu'ndaki deyimiyle böyle bir düzende "işçilerin zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri yoktu".
Bu karamsar tahminlere rağmen Batı kapitalizmi, kendi karakterini temelden değiştirmek suretiyle canını kurtardı. Endüstrileşmiş Batı ülkeleri işsizlik, sakatlık, yaşlılık vb. durumlara karşı sosyal güvenceler biçiminde sosyal bir ağ ördüler. İşçilerin sendikalarda gruplaşmasına imkan tanındı ve böylece işçiler ağırlığı olan politik bir güç haline geldi. Söz hakkının genişletilmesi bütün politik partileri, artık hiçbir şey kaybetmemek kararında olan bu sınıfın çıkarlarını ve isteklerini hesaba katmak zorunda kaldı. .
Batı kapitalizmine insancıl bir çehre veren bu önemli değişikliklerin değişik nedenleri vardı. Kısmen bunlar, aşırı ve başıboş uygulanacak bir kapitalizmden doğacak tehlikelere karşı kapitalizmi korumak konusundaki teorilerden ileri geliyordu. Kısmen de kapitalizmi, meydan okuyan sosyalizme (komünizme) karşı savunabilmek içindi. Diğer değişiklikler ise, eski kapitalizmin yaratmış olduğu anormalliklerin, her bir Batı toplumunun bayraktarlığını yapmak istediği hümanist değerlere ters düştüğü yolundaki ahlâkî inançtan ileri geliyordu.
Böylece, sosyalist eleştirilerin, Marx'ın olduğu kadar Dickens'ın yazılarında da sözü edilen kan emici kapitalizm modelinin değişmesine diyalektik biçimde katkıda bulunduğu açıkça görülmektedir. Sosyalizm kapitalizmi her ne kadar yıkamamışsa da onun temelden değişmesine yardımcı olmuştur. Meselâ Thatcher ve Reagan'ın politikaları, modern refah devletince elde edilmiş pek çok avantajı kemirip yoketmişse de, günümüz Batı kapitalizminin işlemesini sağlayan pazar ekonomisi ile devlet arasındaki kompleks işbirliğini yıkamamıştır.
Ama, bu düzeltilmiş ve ayarlanmış kapitalizm üstünlüğünü ve hayatta kalacak güce sahip olduğunu kanıtlamış mıdır? Ne gariptir ki tam da SSCB'nin çöküşü sırasında ABD, 1930'lardan bu yana en ağır bir ekonomik kriz geçirmekte ve bu kriz karşısında eli kolu bağlı görünmektedir.
Amerika kapitalizminin çökmek üzere olduğunu iddia etmek saçmadır, ama bu, göğüs gerilmesi gereken güçlüklerin gün geçtikçe daha da çoğalacağı gerçeğine göz yummamıza neden olmamalıdır. Bu kriz tümüyle -başkan Bush'un Demokrat rakiplerinin yaptığı gibi- Reagan ile onun yerine geçmiş olan kişinin ekonomik politikalarına bağlanamaz.
Bütün güçlük şu ya da bu vergi politikasında değil, meselenin kökünde yatmaktadır. Reagan'ın iktidara geldiği 1981'den bu yana Amerika'daki ye-ni-tutucu düşünce, ülke ekonomisinde ve toplum-daki hastalıklara neden olarak refah sektörüyle ka-mu sektörüne yapılan yatırımları ve özel sektörün yatırım için yeterince özendirilmemiş oluşunu gösterdiler.
Reagan'ın devrimi vergi yükünü hafifletti ve devlet giderlerinde (zirveye çıkan savunma giderleri dışında) gözle görülür bir azalma oldu, ama sonuç istenilen ekonomik canlanma değil, görülmemiş yükselikte bütçe açığı getirdi. Çoğu devlet yatırımlarını ortadan kaldırmak mümkün olmadı. Üstelik, tam da Reagan devrinde ABD'nin Japonya karşısındaki rekabet gücü bozuldu.
Durum, bu gidişin daha da sarpa saracağını, A-merika'daki evsiz barksız sayısının artacağını, alt tabaka insanlarının daha da kötü duruma düşeceğini gösteriyor. Soğuk Savaş'ın sona ermesiyle Amerika savunma bütçesinde hatırı sayılır bir küçülme oldu ve savunma endüstrisi için çalışan sayısız işyerinin kapanmasıyla işsizliğin önemli ölçüde artacağı ortada. Amerika ordusunda yapılacak tasfiyeler de zaten daralmakta olan iş pazarına (çoğunluğu zenci olan) yüzbinlerce işsiz katılmasına neden olacaktır.
Amerika'nın savunma çabalarındaki kısıtlama, pek çok kişinin bugüne kadar görmemek için başını öbür yana çevirdiği Amerika ekonomisinin bir başka özelliğini ortaya koymaktadır: 1940'ların başından beri Amerika ekonomisi büyük ölçüde savaş ekonomisine bağlıdır. ABD'yi 1930'ların kriz çamurundan çıkaran sadece Roosevelt'in özendirme ve devlet yatırımlarıyla ekonomiye taze kan verecek olan New Deal'ı değil, ama Amerika ekonomisini bir o kadar da savaş ekonomisine yönlendirmekti.
Başlangıçta bu yönlendirme ülke çapında II. Dünya Savaşı'nda gerçekleştirildi. Onun arkasından, kısa bir aradan sonra Soğuk Savaş başladı. Derken Kore savaşı, atom silâhları yarışı, Vietnam Savaşı ve SSCB ile güç alanında boy ölçüşme başladı.
Amerika brüt millî gelirinin korkunç bir parçası savunma giderlerine ve silâh endüstrisine ayrıldı. Amerika ekonomisinin büyümesini mümkün kılan pek çok yeni teknik buluşlar -bilgisayarlar, jet motorları, elektronik ve hattâ teflon- özel sektördeki yeni araştırma ve geliştirmelerin değil, savunmaya yönelik devlet desteğinin ya da hükümet ve ordunun başlatmış olduğu araştırmaların birer yan ürünüydüler.
Hattâ Amerika yüksek öğretimde sağlamış olduğu göze batıcı başarıları bile, hükümet ve savunma için belirli bir yönde yapılan bu araştırmalara borçludur. Bu durum yalnız teknoloji için değil, devlet tarafından paraca desteklenen Sovyetoloji, yabancı diller, mantık ve matematik alanları için de geçerlidir.
Amerika ekonomisindeki bu hükümet ve savunma unsuru, Amerika kapitalizmi kamu sektörünün, II. Dünya Savaşı öncesi olduğundan çok daha fazla büyümesine yol açmıştır. Savunma giderlerinin kısılmasıyla ABD, kendisine meydan okuyan yeni bir durumla karşı karşıya kalacaktır: Hükümet ve savunmanın desteğinden yoksun kalan kapitalizmi ayakta tutabilmek. Amerika endüstrisinin Japonya, Kore -ve yakın bir gelecekte bu kervana katılacak- Çin Halk Cumhuriyeti'nin rekabeti karşısındaki çaresizliği göz önüne alındığında bu işin hiç de kolay olmayacağı anlaşılıyor.
Amerikalı ekonomistler ve tepedeki iş adamları tipik bir Amerikan görüşü olan teknolojik çözümlere sarılmakta ve üretimin sosyal yönünü görmezlikten gelmektedirler. Bunlara göre Japonların yeterli çalışma ve iç çevirme metodları var; bu metodlar kopya edilip Amerika'da uygulanırsa Japonlarla rekabette başarı sağlanabilir. Ama Japon metotlarından ancak bir ölçüde yarar sağlanabilir.
Japonların avantajı, Japon toplum yapısının çok derinlerde yatan temellerine dayanmaktadır. Amerika kapitalist ekonomisinin temeli ise bireycilik ve kıyasıya rekabettir. Amerikalılar kapitalizm ile katı rekabete dayalı bireyciliğin biri öbüründen ayrılamayacak kadar içiçe olduğunu düşünüyorlar. Japon (ve Kore) ekonomisinin başarısı bir başka kombinezonun mümkün olduğunu gösteriyor: Kapitalizm ile yüksek ölçüde kollektivizm ve dayanışma kombinezonu. Kollektivizm ve dayanışmanın da otoriter yanları var ve bu nokta, kapitalizm ile demokrasi arasındaki kaçınılmaz bağ varsayımının doğruluğuna şüphe düşürüyor.
Japonya uzmanı olmayanlar bile, Japon ekonomisi ve toplumunu Amerikan bireyciliğinden ayıran kimi özellikleri görmeyecek kadar kör değildir. Meselâ, bütün Japon iş hayatı sadece -başarısızlığa uğrayan komünizm örneğinde olduğu gibi- gerçekçi üretim planlamalarıyla uğraşmakla kalmayan, ama Japon iş hayatının gelecekteki gelişme çizgilerini de belirleyen uluslararası ticaret ve endüstri bakanlığınca yönetilmektedir. Bakanlık Japon endüstrisine diğer ekonomiler hakkında (ekonomik casusluk yoluyla elde edilmiş) bilgiler aktarmakta, uluslararası pazarlarda kendini gösteren eğilim ve değişiklikleri haber vermekte yeni alanlarda ve bilimin sınır bölgelerinde araştırma yapılmasını teşvik edip paraca desteklemekte, yeni endüstrileri finanse ederek Japon işverenlerinin yeni pazarlarda yol bulmalarına yardım etmektedir. Bir başka deyişle bu, özel girişim ekonomisi temeline dayalı iş hayatı ile devlet arasındaki yekpare işbirliğidir.
Amerika ekonomisi böyle bir kuruluştan yoksundur. Böyle bir kuruluşa günü gelip de yer verileceğini düşünmek de zordur. Yalnız savunma endüstrisi, daha küçük çapta kurumlaştırılmış bir biçimde yukarıda anlatılana benzer bir iş görmekte ve bu durum olduğu gibi kalacağa benzemektedir.
Bir örnek daha: Japon endüstrisindeki atılımlar sadece işyeri tabanındaki grup işçiliğine değil, aynı zamanda, bu toplumdaki hiyerarşik geleneğin bir sonucu olan işveren ile işçiler arasındaki hatırı sayılır dayanışma temeline dayanmaktadır. Fabrika işçileri ile fabrika yönetimi arasındaki sözde-feodal tutum, meselâ, işçilerin her sabah fabrikanın marşını söylemelerinde kendisini göstermektedir. Ama öte yandan işyeri işçilerinin sosyal ve ekonomik sorumluluğunu yüklenmiş bulunmaktadır. İşinden atılan işçilere pek rastlanmamaktadır.
İşçi ya da yönetici olarak bir işyerinde işe başlayan kişi bütün ömrünü aynı işyerinde tüketmektedir. Amerika iş hayatında âdet olduğu gibi yöneticilerin başka işyerlerine geçtikleri görülmez. Bu, Japon yöneticinin kendi işyerini çok iyi tanıyor olması demektir. Bundan çıkan sonuç şudur: İşyeri değiştirmek suretiyle gelirini ve emeklilik maaşını arttıran Amerikalı yöneticinin tersine Japon yönetici kendi işyerine daha ucuza malolmaktadır. İşçinin ölümü halinde işveren işçi ailesinin sorumluluklarını yüklenmekte ve bu, bir felâket ya da ölüm halinde işçinin yakınlarını işe almak biçiminde kendisini göstermektedir.
Sözün kısası bu yapı, Amerikan iş hayatındaki rekabet ve aşırı bireycilik prensibinin tam tersidir. Ama bu organizasyon biçiminin çok daha yeterli olduğu bir gerçektir. Japon iş hayatındaki bu yapı işçileri pek çok yönde özendirmekte, verimi arttırmakta, üretim kalitesini yükseltmekte, ücretlere zam isteğini dizginlemekte, işyeri kasasının beceriksiz yöneticilerin elinde talan edilmesini önlemektedir. Öyle görülüyor ki dayanışma, üretim için, bencil bireycilikten daha az iyi değildir.
Amerika ekonomisinin şimdi Japonya karşısında savunmaya geçmiş olmasının paradoksal sonuçlarından biri, ABD'nin kendi çevresine er geç ithalat vergisinden kale duvarları örmek zorunda kalacağıdır. Bu demektir ki: Amerika kapitalizmini ayakta tutabilmek için -serbest pazarı komünizm-sonrası Doğu Avrupa'sına ihraç etmek arzusunun öncüsü- ABD, bu serbest pazar ekonomisine ve serbest rekabet ve uluslararası pazar üzerine kurulu geliştirilmiş kapitalizmin her bir prensibine aykırı düşen bir reçeteye sarılacaktır.
Belirtildiği gibi Amerika ekonomisinin çökeceği kehânetinde bulunanlar yanılıyorlar. Amerika çok büyük ve zengin bir ülkedir ve Amerika ekonomisi sonunda iyileşecektir. Ama bu iyileşme, Amerika toplumu rekabeti frenlemek, endüstriyi, araştırma ve gelişimi teşvik için devlete sınırlı görevler vermek konusunda birkaç ders almadan gerçekleşmeyecektir. Amerika, dayanışma ve sosyal sorumluluğun yeterli ve ayakta kalmak isteyen kapitalist ekonomi ile birlikte işleyebileceğini öğrenmek zorundadır.
Şimdi tutuklu bulunan iş dünyasının harika çocukları Lee Iacocca ile Michael Milken, bireyin kazanç hırsını bütün ekonominin başarı derecesine eşit tutmak gibi sahte bir ahlâk anlayışı yarattılar. Amerika komünizme karşı elde ettiği zafer sarhoşluğundan ayılmak istiyorsa, bu tiplerin mensup oldukları dinozorlar neslini yaratmış olan ideolojilere olduğu kadar bu tiplere de meydan boş bırakılmamalıdır.
Devolksrant'dan
çeviren Osman Bleda
0 yorum:
Yorum Gönder
Yorumlarınızda Kişilik haklarına saldırı,küfür ve benzeri ifadeleriniz yayınlanmamaktadır.Yorumları yazarken İsminizi belirtmeniz önemle duyurulur.