Saygıdeğer okurlar, Bültenimizin 15. sayısında yine beraberiz… Sitemizin Adnan Oktar'ın açtığı bir tazminat davası sebebiyle Gebze Mahkemesi tarafından tedbiren erişime engellendiği kesinleşti. Adnan Oktar, üyelerimizin 8 farklı başlığa yazmış oldukları iletileri şikâyet konusu yapmış ve kapatılan diğer siteleri emsâl göstererek tedbir kararını mahkemeye sunmuştur. Dava ile ilgili hakim, “mümkünse bu başlıkların erişime engellenmesi, değilse sitenin erişime engellenmesi†kararını vermiş ve bu karar erişim sağlayıcılara tebliğ edilmiştir. Onlar da 5651 Sayılı Kanun’un öne sürdüğü ‘ikaz’ şartını uygulama zorunluluğu hissetmeden -kolayını seçerek- sitemizi engelleme yoluna gitmiştir. Turan Dursun Sitesi olarak bu tedbir kararına itiraz ettik ve mahkemede taraf olarak yer aldık. Hakim, itiraz dilekçemizi ilgili celsede değerlendirmeye almaya karar verdi. Sonuç olarak mahkeme tarihi olan 2 Şubat 2009’a kadar sitemiz faaliyetine bu şekilde devam etmek durumunda.. Buna rağmen hukuki mücadeleyi bırakmamakta kararlıyız. 1 Aydan fazladır devam etmekte olan kapatılma sürecinde sitemize verilen desteğin ve katılımın daha da arttığını tespit ettik. Tüm dostlarımıza ve duyarlı insanlara teşekkürü borç biliriz. Bu sayımızda sizlere ‘Diyanet ve Laiklik’ yazı dizimizin 13. bölümünü “Tehlikenin farkında mıyız?†başlıklı eleştirimizin 2. bölümünü Ve “Dinsel katliamlar ve İnsanlık onuru†dizi yazımızın 4. bölümünü sunuyoruz… Katılımınız için teşekkürler… Diyanet ve Laiklik (13).. Bugüne kadar Türkiye'nin laik bir ülke olmadığını gösteren en belirgin kanıtların ‘devlet eliyle din yatırımları yapılması’ ve ‘dinci kadroların devletten maaş alması’ olduğunun altını defalarca çizdik. Devlet, dini yapılanma ile birlikte oluşturduğu bu kadrolara ücretlerini birer sade vatandaş olan bizlerin vergileriyle sağlamakta. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin laik bir bireyi ve vatandaşı olarak her birimiz, dini yapılanma için devlete yılda en az 360 YTL vergi ödemek zorunda kalıyoruz. Laik devlet anlayışına zıt olan bu uygulamanın en ilginç tarafı ‘Sünni Müslüman olmayan’ kesimden toplanan bu paraların ‘Sünni İslam’ anlayışı için harcanması. Diğer dini görüş ve anlayışlara yaşam hakkı tanımayan bu sistem, ibadet yeri ve şekli konusunda özgürlük vermediği Alevi vatandaşlarımızdan topladığı vergileri de Diyanet’e aktarmaktadır. Bu, insani hak ve özgürlükleri baskı altına alıcı ve kısıtlayıcı bir tutumdur. İbadethanelerin kadrolarının finansmanı laik devletin sorumluluğu olmamalıdır; sorumluluk o ibadethanede ibadet etmek isteyenlerin uhdesinde olmalıdır. Bu olumsuz durum birkaç şekilde basitçe bertaraf edilebilir: * Tüm dini inançlar, devletten bağımsız olarak vakıf tüzel kişiliği taşıyan kendi özel diyanetlerinde örgütlenebilirler. Bağlı olduğu dini ve bu dinle ilgili girişimleri maddi açıdan desteklemek isteyenler, katkılarını senenin belli dilimlerinde yapabilirler. Bu birikim devlet eliyle, inanırlarının oranı ve isteği üzerine ibadethanelere aktarılır. Böylece din devlet eliyle değil gerçekten inananlar vasıtasıyla finanse edilmiş olur. * İnananların hizmet aldıkları ibadethanelere kayıt olarak vergilerinin buraya yönlendirilmesi sağlanabilir. Diyelim ki, A semtindeki B ibadet evinin 500 kullanıcısı vardır. Toplanan verginin tamamından bu 500 kişiye düşen kısmı ‘Defterdarlık’ça ya da ilgili ‘Vergi Dairesi’nce bu ibadethanenin kasasına aktarılır. İbadethane bu sayede kendi bütçesini yapar ve kadroları ile vereceği hizmeti de buna göre ayarlar. * Devletin yönlendirmesiyle kurulacak meslek okulu nitelikli okullar bu ibadet evlerinin ihtiyacı olan kadroları yetiştirebilirler. Burada yetişecek din görevlileri bu ibadet evlerinde sözleşmeli personel olarak doğrudan görev alabilirler. Bu konuda bağış yöntemi de uygulanabilir; ama elbette şimdiki gibi değil... Tanınmış İslamcı yazarlardan Ali Bulaç NTV televizyonundaki bir konuşmasında bu konunun altını çizerek şunları söyledi: “Türkiye’nin 80 bin camiinde her hafta paralar toplanıyor. Makbuz yok! Hesap-kitap nasıl tutuluyor; bu paralar nerede toplanıyor, nasıl harcanıyor, belli değil! Bence bunların şeffaflaşması ve kontrolden geçirilmesi gerekiyor. Herkesin hayrını ve yardımını en yakınındaki fakire yapması en doğrusudur.†Bulaç’ın tespiti doğrudur. Devletin görevi bu bağışların denetlenebilecek biçimde yapılmasını sağlamaktır. Bu konuda inanırlar tarafından “ Vergi yükü altında eziliyor oldukları ve bu vergiyi ödeyemeyecekleri†savunması yapılabilir. Bu, din hizmeti almak isteyenlerin sorunudur. Tanrı ve dinin insan yaşamındaki yerinin bu derece önemli olduğunu düşünenler, başkalarının hakkını gasp etmek yerine dinlerini kendileri ayakta tutabilmeli ve sunacakları din hizmetini kendileri finanse etmelidir. Parası olmayanın hastanelere alınmayıp ölüme terk edildiği ya da rehin kalabildiği bir ülkede, din hizmeti almak isteyenlerin, bu hizmetin bedelini â€"başkalarının sırtına yüklemeksizin- ödemeleri normal değil mi? Tehlikenin Farkında mıyız? (2).. Diyanetin stratejik planı modern ve laik düşünce sistemine saldırı niteliğinde.. Ayrıntılı olarak incelendiği zaman Diyanet’in çarpıcı stratejilerine tanık olunuyor. Bunlardan biri gündeme şu karar cümlesiyle düşüyor: “Cuma namazı kılma vaktinin mesailere göre düzenlenmesi†Diyanet’in bu yeni kararı ‘din devleti yaratma uğruna 1400 senelik gelenekten vazgeçmeyi’ de gerektiriyor. Yani burada din mesaiye uyduruluyor.. Amaç, mesaisi yüzünden namaza iştirak edemeyecek cemaatin işini kolaylaştırmak ve bu sayede katılımı artırmak. Bunu yaparken ne gelenek, ne sünnet, ne de farz göz önünde bulunduruluyor. Diyanetin söylemi ile Cuma namazı... Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu, 26.03.2002 tarihinde Kurul Başkanı Doç. Dr. Şamil DAĞCI'nın başkanlığında toplanarak karar alırken şöyle bir giriş yapar : “Cuma namazı farziyyeti Kitap, sünnet ve icma ile sabit olan ve hutbeyi de ihtiva eden iki rekatlı, cemaatle kılınan bir namazdır. Yüce Allah, "Ey inananlar! Cuma günü namaz için çağrı yapıldığında, alışverişi bırakıp hemen Allah'ı anmaya koşun. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. Namaz kılınınca artık yeryüzüne dağılın ve Allâh'ın lütfundan nasibinizi arayın. Allâh'ı çok zikredin ki kurtuluşa eresiniz." buyurmaktadır (Cumu'a 62/9-10)†Buradan ve kararın gerisinden anlaşıldığına göre insanların koşa koşa Cuma namazına gitmesi Allah’ın Kuran’daki bir emridir ve gene istişareye göre Cuma namazı her Müslüman için farzdır. 2002 Yılı için bu durum böyle tespit edilmiştir. Nitekim ilerleyen sayfada Diyanet şu tespiti yapmaktadır: “Bu itibarla bir yerleşim biriminde imamla birlikte en az dört kişinin bulunması halinde Cuma namazı kılınması gerekir.†O tarihte bu şekilde sonuçlanmış ve uygulamaya konulmuş olan içtihada rağmen 2013 yılına kadar uzanan stratejik programda Cuma namazı saatlerinin mesaiye göre ayarlanması seçeneğin değerlendirilmesi uygun bulunmuştur. Bu ters kararın sebebi imamların Cuma namazı kıldırmak için 4 kişi bulamamaları olabilir mi? İlgili Diyanet kaynağı incelendiğinde bunun böyle olmadığı rahatlıkla görülebilir. O halde bu kararın sebebi nedir? Açıklayalım: Bilinir ki Cuma namazlarının en belirgin özelliği ‘hutbe’dir. Hutbe, Diyanet’in tanımı ile “Cuma ve bayram namazlarında -genel olarak- Allâh'a hamd, Resûlüne salât ve Müslümanlara nasihatten oluşan konuşma†yı ifade eder. Yani öz itibariyle hutbe cemaatle etkileşim içindedir. İşte Diyanet stratejisinin altında yatan gerçek, bu sayede iştirakçi sayısının çoğaltılmış olacağıdır. Tabii, Diyanet’in bu karar ile Allah’ın emirlerinin aksine koşa koşa cemaate gidiyor olduğunu da unutmamak gerekir. Yani sadece bir anlayışa göre şekillenmiş hutbeyi daha fazla insanla buluşturarak onların yaşayışına bu hedef ve amaç için şekiller vermek… Bu eylem planıyla Diyanet, din devleti ve hukuku yaratabilmek adına dinde reform riskini bile göze almakta, 1400 senelik geleneği pervasızca yok sayabilmektedir. Bu durumda, inançlarında samimi olan herkesin Allah’ın farzı ve peygamberin sünnetini sorgulaması gerekmez mi? Dinsel Katliamlar Ve Yok Sayılan İnsanlık Onuru (4).. Tesniye: Eski Ahit’in ilk 5 kitaplık bölümünü kapsayan Tevrat’ın beşinci ve son kitabı.. Tevrat’ın, özellikle Musevi dinindeki ‘savaş ahkâmı’ konusunda bilgiler veren en yoğun bölümlerinden biridir. Burada “Musa'nın ölümünden önce Moav Çölü'nde halkına verdiği öğütleri içerdiği†ne inanılır. “Ve Allah’ın Rabb’in sana teslim edeceği bütün halkları bitireceksin ve gözlerin onlara acımayacak…. O şehrin ahalisini mutlaka kılıçtan geçireceksin; onu ve onda olan her şeyi ve hayvanlarını tamamen yok edeceksin.†(Tesniye 7/16; 13/15) “Parlayan kılıcımı bileyip yargılamak için elime alınca düşmanlarımdan öç alacağım; benden nefret edenlere karşılığını vereceğim. Oklarımı kanla sarhoş edeceğim. Kılıcım öldürülenlerin ve tutsakların kanıyla, düşman önderlerinin başlarıyla ve etle beslenecek.†(Tesniye 32: 41,42) “Eriha Kenti’nin kapıları İsrailliler yüzünden sımsıkı kapatılmıştı. Ne giren vardı ne de çıkan. RAB, Yeşu’ya â€œİşte Eriha’yı, kralını ve yiğit savaşçılarını senin eline teslim ediyorum†dedi. (İsrailli) halk bağırmaya başladı; kâhinler de borularını çaldılar. Boru sesini işiten halk daha yüksek sesle bağırdı. Kentin surları çöktü. Herkes bulunduğu yerden dosdoğru kente girdi. Böylece (İsrailliler) kenti ele geçirdiler. Kadın- erkek, genç- yaşlı, küçük ve büyük baş hayvanlardan eşeklere dek kentte ne kadar canlı varsa hepsini kılıçtan geçirip yok ettiler. Sonra kenti içindekilerle birlikte ateşe verdiler. Ancak altını ve gümüşü, tunç ve demir eşyayı Rabb’in tapınağı’nın hazinesine koydular.†(Tevrat, Yeşu 6: 1-26) “Ve Yeşu tüm diyarı, dağlık bölgeyi, güneyi, Şefela’yı ve yamaçları ve tüm kralları vurdu. İsrail’in Allahı Rabb’in emrettiği arta kalan kimse bırakmadı ve tüm nefes sahiplerini yok etti. Ve Gazze’ye kadar, ve Gibeon’a kadar tüm Goşen diyarını vurdu.†(Yeşu 10: 28-41den kısaltılarak alınmıştır)†Mısır Prensi, Yahudi halkının kurtarıcısı, tanrı adına kutsallaştırılan korkunç ilahi emirlerin zatında dillendirildiği, ilahi kaynaklı olduğu iddia edilen Musevi dininin peygamberi olarak sunulan Musa… Peygamberlik sıfatlarının örtüsüne büründürülmeye çalışılan, eli halkların kanlarıyla şereflendirilecek onlarca katliamın, hoşgörüsüzlüğün kılıç kuşanmış şairi. İnsanın inanası gelmiyor bu ilahi emirleri verebilen bir varlığın kutsiyet zırhıyla tanrısal erke dayandırılıp binlerce insanın katlini meşru kılabilecek sebepleri olduğuna ve bu öğütleri halkına sunduğuna… Yahudilerin kökeni M.Ö. 2000 yıllarında Mezopotamya'dan Filistin'e gelen İbranilere dayanır. İbrani kutsal metinlerinde Yahudilerin, İbrahim'in oğlu İshak ve torunu Yakub'un soyundan gelenler tarafından oluştuğuna inanılan 12 kabileden türediği belirtilmektedir. Yakub'un yaşamının son dönemlerinde çıkan kıtlık sonucu Yahudiler Mısır'a kitlesel olarak göç ettiler. Mısır'a gidenlerin bir kısmı M.Ö. 13. yy'da Firavun II. Ramses dönemindeki baskılar sonucu tekrar Filistin'e dönerek buranın yerleşik halkıyla ardı arkası kesilmeyen savaşlar yaptılar. Burada tanrının sahibi olduğunu iddia ettikleri bir krallık kurdular. Zaman içerisinde ‘Tanrının Krallığı’, Yahuda ve İsrail Krallığı olmak üzere ikiye bölündü. Kuzeydeki İsrail Krallığı M.Ö. 931'de Asurlular tarafından, güneydeki Yahuda Krallığı da M.Ö. 586 yılında Babil İmparatorluğu'nu kuran Kaldeliler tarafından yıkıldı. Yahuda Krallığı'nın yıkılmasından sonra Yahudiler "Babil Sürgünü" olarak da bilinen sürgünle Babil'e dağıtıldı. İlginçtir ki kutsal metinlerde bu ayrılığın nedeni peygamber olarak kabul edilen ve bir dönem Yahudi Krallığı’nı temsil eden Süleyman’a yüklenmiştir. (Ex. 34: 12-16 ; Josh. 23: 12,13 ; Dt. 7:3). Tanrı öyle aciz bir tanrıdır ki, bu metinlerde "Süleyman’ın elinden tahtını alacağı" tehditlerini savurmadan evvel Süleyman’ın böyle bir döneklik yapabileceğini hiç hesap edemez. Döneklik tabir edilen husus “Süleyman’ın başka milletlerden seçip de evlendiği kadınları†meselesidir. Malum Yahudi Tanrısı bir eşsizlik örneğidir ve o sadece Yahudi halkının tanrısıdır. Yarattığı diğer milletler hiçbir şekilde umurunda değildi. Aksi halde sürekli elinde kanlarların sarhoşluğu ile “Asın, kesin!†şeklinde emirlerin sahibi olamazdı. Babil'in Persler tarafından yıkılmasından sonra Yahudilerin bir kısmı yurtlarına döndü ve Süleyman Tapınağı tekrar inşa edildi. Fakat Filistin'in M.Ö. 63'de Romalılar tarafından işgal edilmesi ve Yahudilerin başarısız ayaklanmaları sonucu M.S. 70 yılında Kudüs, Romalılar tarafından yıkıldı ve Yahudiler tekrar Filistin'den sürgün edildi. Tevrat, işte bu topluluğun tarihte tutunma çabasının ürününden başka bir şey değildir. Ortadoğu’nun bütün tek tanrılı dinlerinde Atonizm’den, Hermetizm’den, eski yıldız tapınmalarından, Ay-Tanrı’dan ve Güneş-Tanrı’dan izler vardır. Ama bunlar da özsel tahrifatlara uğramış ve hitap etmesi planlanan halkın anlayabileceği bir biçime sokulmuş tasarımlardan doğmuştur. Oradan oraya savrulup duran Yahudi halkına tüm dünya milletlerine hükmedecek gücün ediniminde fayda sağlayabilecek bir din yaratma zamanıydı. Tanrının Krallığı kurulmalı ve Arz-i Mevud -vaat edilen topraklar- acımasızca ortaya konulacak savaşlara ve dökülecek kanlara rağmen elde edilmeliydi. İnsanlık tarihine damga vuran bu dinin temelindeki mülkiyet anlayışı ne yazık ki kadın, çocuk ve hatta hayvanların bile katlini meşru kılabilecek hırsın ta kendisiydi. “Tanrının seçilmiş kavmi†ve “vaat edilmiş topraklar†efsaneleri tarih boyunca süren aşağılanmanın-önemsizliğin tersine çevrilmesi, narsistik şişinme yoluyla nevrotik psikolojinin aşılması ve böylece kendini koruma, yaşamını sürdürebilme çabası olarak açıklanabilir. Aksi halde hiçbir inanır kalkıp da tanrının adil olduğunu iddia edecek argümana sahip olamaz. Musevi rahipleri, Musa’dan yüzyıllar sonra korkunç bir tanrı ve yine korkunç bir Musa yaratıp binlerce insanı bu acımasız kuralların gerçekliğine inandırmayı başarabilmek için asırlar boyu gittikleri her yerden mitsel verileri kendi hayal dünyaları ile harmanladılar. Tiksintiyle baktıkları milletlerin katliamlarını tanrılarının memnuniyeti ve ona sunulacak sadakatin en önemli parçası olarak görerek bu milletlerin tarihlerini, kültürlerini ya da inanç esaslarını kullanıp yeni bir din yarattılar. Hesapsızca inandırmaya çalıştıkları zavallı halklarını da tanrının gazap tehditleri ile kontrol altında tuttular. Dinler kitleler üzerinden yol alırlar. Yok edicidirler ve de bir takım güç dengelerinin en işlevsel silahları olmuşlardır. Bir ‘tanrı’ imajı çizer ve adına binlerce kural koyarlar. Bir peygamber tayin edip binlerce insanı onun izinden gitmeye yönlendirirler. Buna rağmen dinler her zaman kitlelerin kabulüne dayanan bir esas çerçevesinde işleyen sistemlerdir. Durum böyle olunca kutsal sanılan kitaplar, meseller ya da kutsiyet yüklü diğer objelerin farklı yorumlanmasıyla “binlerce çeşit doğru†kabulü ortaya çıkar. Tanrılar, peygamberler ve kutsal kabul edilen her şey bir vakit sonra sorgulanmaya yüz tutar. Durum öyle bir hâl alır ki yarattıkları bu sistemi yine insanlar kendi elleriyle bölüp parçalarlar. Mezhep kavgaları, din savaşları ve daha bir sürü şey… Şimdi sorulması gereken tek soru şudur: ‘Din’ denilen şeyi yaratan insanoğlu nasıl olur da tüm insanlığın sıklıkla kendisinden muzdarip olduğu bu illeti, halâ tanrısal ve de gökten inme tek hakikat olarak hem kendine hem de milyonlarca insana dayatmada haklı bir gerekçe bulabilir? &a mp;n bsp;  ********************************************** Önemli: Değerli okuyucumuz, Şayet bülten aboneliğinizi sonlandırmak istiyorsanız lütfen 'unsubscribe' konulu bir boş mesaj gönderiniz... |
0 yorum:
Yorum Gönder
Yorumlarınızda Kişilik haklarına saldırı,küfür ve benzeri ifadeleriniz yayınlanmamaktadır.Yorumları yazarken İsminizi belirtmeniz önemle duyurulur.