Orhan Veli’nin ifadesi ile “Dev şair”, Türk romanının 89 yıllık çınarı Adalet Ağaoğlu konuştu. Adalet Ağaoğlu, 'Fatma İnayet’ olarak başladığı ve Adalet Ağaoğlu’na evrilen yaşamını, ailesini, hasletlerini, romanlarındaki ince dokunuşları, askeri darbeleri, 15 Temmuz’u, siyaseti ve dünyayı algılama ve yaşama biçimini samimi bir dille anlattı.
Babasının "Hafız" olduğunu söylemekten utandığı günler için "Aptalmışız" diyen Ağaoğlu, tüm yaşamını "Adalet" olarak sürdürmesine rağmen "Fatma İnayet"ten mahkeme kararı ile kurtuluşunun öyküsünü anlattı.
Bakkalın manavın kumral saçlarından dolayı "matmazel" dediği Adalet, radyo piyesi yazarlığından dev bir romancıya dönüşmesinin gerekçelerini dile getirdi.
Eşi Halim'e büyük sevgi duymasına rağmen soyadı olan "Ağaoğlu"nu hiç sevmediğini söylemeyi de ihmal etmedi.
ÖDP ile siyasete girmesini, Üsküdar'da yaptığı konuşmasının ardından partiye oy çıkmamasını ve siyasete böylece veda edişini de gülerek anlattı Türk romanının devi...
"Darbeler olmasaydı Avrupa Birliği'ne girmiştik" diyen Ağaoğlu, "Şiddete başvurmadıkça herkes istediğini söyleyebilir. Yeter ki şiddete başvurulmasın. Benim başıma asker dipçiği ile gelmesin. Çünkü sivil halkın elinde oyundan başka silahı yok. Onun için toplumun üstüne silahla gidilmez." sözleri ile askeri darbelere olan başkaldırışının sebebini izah etti.
15 Temmuz'un ise Türkiye için bir dönemeç olduğunu ifade ederek , "Tankların karşısına halk kendiliğinden yürüdü, bu kadar uyandı toplum, 15 Temmuz çok önemli bir dönemeç oldu bence. 15 Temmuz gecesi halkın hiçbir şeyden haberi yokken halk tanklara karşı kendisi yürüdü. Ben 15 Temmuz’u yazsaydım, nelerden geçerek bu hale geldiğini anlatırdım. Kendiliğinden olmuş, manipüle edilmiş değil, bir partinin yaptığı bir şey değildi" sözleri ile açıkladı.
CHP'ye de bir çift sözü vardı Ağaoğlu'nun: "CHP, kendi kendine bakmalı, kendini yenilemeli. Bıraktığı yerde durmakla olmuyor. Güne göre adımlarını atması gerekiyor."
İşte Türk romanının devi Adalet Ağaoğlu ile Hülya Okur'un söyleşisinin detayları...
“O YASA OLMASAYDI BEN YAZAR OLAMAZDIM”
Nallıhanlı tüccar hafız Mustafa Sümer’in kızısınız. Nallıhan’da ilkokuldan başka bir okulun olmadığı yıllarda kız çocuğunu okutmak için Ankara’ya göç eden bu ailenin özverisi olmasaydı da Adalet Ağaoğlu olur muydunuz?
Eskiden Nallıhan gibi kazalarda lise ayarındaki okullara “rüştiye” deniliyormuş. Babam hem orada hem de din okulunda okuyor. Osmanlı zamanında Rusça bile öğreniyor. Fakat aileden kalma ipek kumaş dükkanı var. Babam kumaşları Bursa ve İstanbul'a götürüyor. İstanbul'un işgali sırasında çok fazla kumaş talebi oluyor ve babam çok çalışıyor. O zaman ulaşım kolay değil benim babam at sırtında tren istasyonuna kadar gidiyor. Ve oradan trenle Nallıhan’a gidiyor. Mustafa Kemal Atatürk 1923'te Cumhuriyetin ilanından sonra 1933'te bir yasa çıkartıyor. Bu kanunda şöyle deniyor: Bütün aileler kız çocuklarını ilk okula gönderecekler, bunu yapmayan anne babalar hapse atılacak” O zaman 5 yaşındayım, 3 erkek kardeşin içerisinde tek kızı benim, nüfus kağıdım bile yok, 7 yaşında gösteriyorlar, böylece ilkokula gidiyorum. Annem başka şehre gitmemi istemediği için 1938’de Ankara’ya taşınıyoruz, bütün eğitimim Ankara’da geçiyor. O yasa olmasaydı ben yazar olamazdım.
“CUMHURİYET İLKELERİNE GÖRE YETİŞTİRİLDİĞİMİZ İÇİN ANNE VE BABALARIMIZI GERİCİ GÖRDÜK”
“BABAM HAFIZ DEMEYE UTANDIM”
Babanızın hafız olmasının sizin dünya görüşünüze, yazarlığınıza etkisi ne oldu?
Biz cumhuriyetin 2. kuşağı sayılırız. Anne ve babalar bu değişime kolay ayak uyduramazlar. Herkesi alışkanlıklarından kolayca vazgeçiremezsin. Biz Cumhuriyet ilkelerine göre yetiştirilen çocuklar olduğumuz için anne ve babalarımızı "gerici" görmeye başladık. Ben uzun süre ‘Babam Hafız’ demeye utandım. Sonradan anladım ki aptalmışız, asıl dram, romanlık dram onlarınki. Ani değişime ayak uydurmak kolay değil. Benim babam dini eğitim aldığı halde bu değişime iyi ayak uydurmuş. İyi ayak uydurmuş ki beni okutabiliyor. Bunu biraz da anneme bağlıyorum. Çünkü annemiz Saraybosna göçmenlerinin kızı, ikisi elele veriyorlar. Babam aynı zamanda ileri derece miyoptu. Babamın tıraşını hamam tasında annem yapardı. Kravatını annem bağlardı. Öyle yetiştirildik ki dinden bahsetmek bile ayıptı. İlk romanımında Aysel’in babası Salim Beyi; işinde, gücünde, namuslu bir adam olarak yazdım ama asıl dramlarını yazamadım. Babam eski Türkçe biliyor. Babam camide namaz kıldırırken, aydın bir kişi aslında fakat birden bire cahil durumuna düşürülüyor çünkü Latin alfabesini konuşması kolay olmuyor, öyle bir dramlar var, kökten değişimler iyi ama sabır istiyor. Geçen gün Atilla Dorsay bana geldi, ona dedim: ki Atilla biliyor musun, biz anne babalarımızı hiç anlamadık!. O yanlış anlamış, "sağken onlara bakamadık, yardım edemedik" diye anlamış. Ben halbuki Cumhuriyetin ilk kuşakları olarak anne babalarımızın dramını anlayamadık demek istedim.
“BABAM BİZİ HİÇBİR ŞEYE ZORLAMADI”
Dramına derken, biraz da inancına mı sahip çıkamamış olduk hocam?
Babam bizi hiçbir şeye zorlamadı. Babama saygı duymanın nedenleri, birincisi eski terbiye almasına rağmen değişimlere ayak uydurabilmesi. Kolay olmamıştır. Bunu çok sonradan anlayabildim. İkincisi hiç bir şekilde borçlanmadı, çok dürüst olmalı ki borç harcını görmedik, çok çalışkandı. Ben babamı sırtında kocaman yük taşırken de gördüm. Anneme de çok bağlıydı.
“MANAV BANA 'MATMAZEL' DERDİ”
Bir de size ait tanımlamalara geçersek… Kimi zaman 'entelektüel vicdan' diye tanımlandınız, kimi zaman Cumhuriyetin sembol kadınları arasında sayıldınız. Can Yücel’in ‘Sen Türkiye’nin en güzel kazasısın’ dediği kadın kendini nasıl tanımlar?
Biz Ankara’ya taşınınca eski bir Ankara evinde oturduk, o tarihte çok çocuklu evlere verilecek ev yokmuş. Babam Nallıhan’daki her şeyi satıyor ve bir Yenimahalle’den İtalyan mimarı tarafından yapılan bir apartman alıyor. Lise öğretimimiz orada geçti. Tuvaleti bile alaturka değildi. Annem beni manava gönderdiği zaman manav bana: “Buyrun matmazel” derdi.
“ADIM DEĞİŞSİN DİYE AĞLARDIM”
Bir de böyle sıfatım vardı diyordunuz yani.
Görünümüm itibariyle anne tarafıma (Saraybosna) benzemişim, ağabeyim de sarışındı, açık renk gözlüydü. Ben de açık kumral saçlıydım. Sonradan anladım sefaretler dışişleri tarafından olduğu için beni yabancı zannediyorlardı. Hep 'matmazel' diyorlardı bana. Tipim öyleydi herhalde. Nallıhan’da ilkokula giderken, çarşı esnafı arkamdan: Adalet, nisavet, yaşasın millet! diye marş tutarlardı. Çok ağlardım, anne ne olursun adım değişsin, "Ne olsun kızım?" derdi, ‘Neriman olsun’ derdim. Günlüklerimde de yazmışım herhalde. Her halde dansöz falan gördüm sahnede Neriman olsun istedim. (Gülüyor)
“BABAM ADIMI MAHKEME KARARIYLA ADALET YAPTI”
Adalet ismi çok manalı ve çok önemli değerleri simgeliyor, öyle kalması iyi olmuş hocam.
Nüfus kağıdımda “Fatma İnayet” diye yazılıyor. Ankara’da ortaokulda bizi avluda sıraya koydular, okuyanlar okumayanlar diye ayırdılar, "Adalet" diye bir ad geçmedi, ben orada kalakaldım, meğer nüfus kağıdımda ebemin koyduğu ad olan Fatma İnayet yazıyormuş. Ondan sonra babam mahkeme kararı aldırarak adımı Adalet’e çevirtti.
“KOCAMIN SOYADI AĞAOĞLU BANA AĞIR GELDİ”
“ADALET İLE AĞAOĞLU YANYANA GELİNCE FELAKET OLDU”
"Adalet" isminin yükünü mü taşıyamadınız, ağır mı geldi size?
Kocamın soyadı "Ağaoğlu" bana ağır geldi aslında. Sümer’di biliyorsun soyadımız bizim. Sınavla Ankara Radyosu'na girdim. Radyo oyunları yazarken ‘Adalet Sümer’ diye çıkıyordu. Evlendikten sonra "Ağaoğlu" oldum. Halim'i çok seviyordum, ayıp olmasın diye buna razı oldum ama evlilik soyadını hiç sevmedim. Hele Adalet ile Ağaoğlu yan yana gelince iyice felaket oldu!
“AĞALAR 'SÖMÜRGECİ' DEMEKTİR”
Niye sevmediniz Ağaoğlu’nu? Büyüklenme ifadesi olduğu için mi sevmediniz?
Çünkü bizim öyle bir sıfatımız yok, babam halk insanı. Ağa oğlu falan değil. Sadece kumaş tüccarı olarak ticaret yapmış ileri gelmiş bir ailenin oğlu. Ağalar 'sömürgeci' demektir. İşçileri, ırgatları çalıştıran adama ağa deniyor. Babam işçi gibi çalışan bir adam, yakışmıyordu. Hele ben ömrüm boyunca çalıştım, annem beni iyi bir ev kadını olarakta yetiştirdi, annem titizdi, ben de çok titiz oldum. Memurken evde misafirlere de bakınca annem; kabahat bende, ben seni böyle yetiştirdim, dedi.
“ORHAN VELİ KİTABINI BANA ‘DEV ŞAİR’ DİYE İMZALADI”
“İNTİHAR DÜŞÜNCESİNİN NEDENİ ÇARESİZLİK DUYGUSU”
“ÇARESİZLİK DUYGUSU BENİ ÇARE ARAMAYA İTTİ”
“BİZDE İNTİHAR EDEN YAZARLARIN OLMAYIŞI VİCDAN AZAPLARINI SORGULATTI”
“CUMHURİYET AYDINLARIYLA ÇOK UĞRAŞTIM”
Kitaplarınızdan dolayı intihar yazarı olarak da anıldınız. İntiharı istemiş ama yapamadığını söyleyen biri olarak ilham kaynağınız yaşam ile ölüme olan eşit uzaklığınız mıydı? Bu psikolojiye sizi ne götürdü?
Yazarlığa Ulus Gazetesi'nde tiyatro oyunları yazmakla başladım. Fransız kadın dergisini alıyordum, kültür hareketlerine bakıyordum, yerli yabancı yazılar yazıyordum, fakülte bitti radyoya sınavla eleman ilanı üzerine girdim, ömrüm boyunca da çalıştım. 3 kardeşim vardı ve ben “Ben de varım” demeye getirdim galiba. Lisedeyken şiirler yazardım. Orhan Veli "Garip" kitabını ilk bana imzalı vermiştir. “Dev şair” diye yazmış. Benim iki sorunum vardı, cumhuriyet aydınlarıyla çok uğraştım. Çünkü benim yazdıklarım kabul gördükçe özellikle kadın yazarlar tarafından bir takım kıskançlıklarla karşılaştım.
İntihar hissine gelince, çaresizlik duygusu neden oldu. Çaresizlik duygusuna sık sık yakalandım. Mesela başkasına yardım edemediğim zaman çaresizlik duydum. Hapse girenlerin hapse girmeyi hak etmedikleri için çaresizlik duydum. Bu çaresizlik duygusu beni çare aramaya itti. Çağrışımlar bana çok yardım ediyor. Benim unutkanlığım yok. Çağrışımla bir şeyi yan yana getiriyorum. İntiharı sadece Türkiye için yazmadım, baktım ki Moskova dahil yurt dışında başka yazarlar intihar etmişler. "Bizde neden yok" dedim kendi kendime. Daha mı düşünüyorlar, daha mı az vicdan azabı çekiyorlar, diye düşündüm. Dışarıdan örnekler verdim. Ben fikir işlerken dışarıdan belge de gösteriyorum. İntihar düşündüğüm zamanlar oldu ama “Ya beceremezsem ortada kalırsam” dedim.
Bir de sevdiklerinizi üzmek istemediniz.
Bir de o var, o çok önemli, çok iyi söyledin. Kimseyi üzmek istemedim.
“ROMANA DOKUNSALAR BİLE KALIR”
Tiyatro oyunu yazmaktan neden vazgeçtiniz?
Çünkü benim “Çatıdaki Çatlak” isimli tiyatro oyunum devlet tiyatrolarında oynanırken birden bire "sakıncalı" diye kaldırılıverdi, ondan sonra dedim ki, bizde kimse tiyatro oyunu okumuyor, ancak oynandığı zaman var oluyor. Onun için kendime, ‘Adalet, roman yaz, ona dokunsalar bile kalır’ dedim.
“ÖLMEYE YATMAK, KENDİMLE HESAPLAŞMAMDIR”
“BUGÜNDEN DAHA İYİ BİR GELECEK DÜŞÜNÜYORSAK, ONA DOĞRU GİTMELİYİZ”
“AYDIN DEMEK, DÜŞÜNCESİNİ AÇIKÇA SÖYLEMEYE CESARET ETMEKTİR”
Selim İleri toplumun hasta ettiği adamı anlatmıştı Melun’da. Yüzyıllardır değişmeyen, kendini tekrarlayan sorunlar için edebiyat yoluyla sunduğunuz reçete ne oldu?
"Aydın" diye kime diyoruz, bence aydın demek, düşüncesini açıkça söyleyebilmesine cesaret edebilmek demek. Her şeyden önce kendisi ile hesaplaşması gerekmektedir. Benim ilk romanım "Ölmeye Yatmak", kendimle ilk hesaplaşmamdır. Anne babalarımız doğu-batı ikileminde büyümüş. Bir de bugünden daha iyi bir gelecek düşünüyorsak ona doğru gitmek... Onun için dünü bilmek gerekiyor dünü bilmeden geleceği yapamayız. Dün ile bugünü yan yana getireceksin ki, geleceğe doğru kapı açalım. Mesela Tarih Vakfı'nı bu düşünce ile kurduk.
“ÇOCUĞUMUN OLMAMASI BENİ CESARETLİ YAPTI”
“BİR İFTİRA YÜZÜNDEN AYDIN SORUNUNA TAKTIM”
Edebiyatta aydın kimliği üzerinde çok kafa yordunuz, bu sizin derdiniz oldu. Özellikle aydınlar neden? Çünkü baktığınızda herkes ayrı bir dünya, herkes ayrı bir alem aslında.
Aydın kişi kendi içinden geçen düşünceyi korkmadan dışarı vurabilmeli. Nitekim benim ilk romanıma “çok cesur” dendi. Benim bir çocuğum olsaydı belki bu kadar cesur davranamazdım çünkü çocuğuma hayat vermem lazımdı, hapse girseydim çocuğuma ne olacaktı? Çocuğum olmaması beni cesaretli yaptı. İyi şeyler yaptıkça ödüller almaya başladım. Aydın sorunu başıma şöyle geldi: "Bir Düğün Gecesi" romanını yazdığım zaman çok beğenildi ve yılın bütün roman ödülleri ona verildi. 12 Eylül askeri darbesi oldu. O darbe içinde bir iftiraya uğradım. Adı "yazar" diye geçen bir adam asker çıktı. Ben başka bir yazardan kopya etmişim diye iftira attı. Benim kurduğum YAZKO Edebiyat Derneği'nin, YAZKO dergisi vardı, orada bana sormadan, benim fikrimi almadan, bana iftira edenin yazısını yayınladılar. “Bunlar ne biçim yazarlar” dedim, “Bunlara aydın deniyor” dedim, bana iftira edene nasıl kucak açtılar, insanların kıskançlık duyguları öne geçebiliyor. İlk romanım değil ki, ben neden kendime kıyayım? İşte o zaman aydın sorununa kafayı taktım.
“SİVİL HALKIN OYUNDAN BAŞKA SİLAHI YOK”
Değdi mi buna, bu yorgunluğa, mücadeleye değdi mi, bugün Türkiye’de gelinen noktada nasıl bir aydın profili görüyorsunuz?
Bana bu iftirayı atan varya, o yılın edebiyat ödülleri veren her yere benim hırsız olduğumu bildirmiş, mahkemeye vermemi söylediler, mahkemeye vermedim çünkü darbe oldu, bürosu basıldı, evraklar alındı, “Eğer YAZKO’yu dava edersem bu sefer hain derler” dedim. Bana bu kötülükler oldukça aksi gibi övülmeye başladım. Çünkü ben burnumun dikine gittim. Öyle düşündüm öyle yazdım. Çocuğum olsaydı bu kadar cesur olamazdım tekrar altını çiziyorum. Yasaklamalar nedeniyle yazarların çoğu otosansüre başlıyor. Mesela AHİM’de barış davası suçsuz olarak çıkıyor. O zaman niye Avrupa Birliği'nin kapısına gidiyoruz, "bizi de alın" diye. Düşünce özgürlüğü insani bir haktır. Yurt dışında Helsinki Yurttaşlar Derneği kuruldu, savaş yasak, kimse savaşmayacak sadece barış için çağrı yapıyor, Avrupa’nın yanında Türkiye de imza attı ama içeride öyle olmuyor. Senin gibi röportaja gelenler bana edebiyat ödüllerini nasıl aldığımı soruyorlar, ben başvurmadım, kimsenin sırtını da okşamadım, diyorum. Beni çöpe atmaya çalışan adam “Adalet Hanımın nerelerini okşadınız” diye yazdı. Bu bir hakaret. O zaman o adamın hapse atılması lazım. Hakaret neye denir onu bilmek lazım. İftira hapisliktir. Bunların yeri iyi seçilmeli. Şiddete başvurmadıkça herkes istediğini söyleyebilir. Yeter ki şiddete başvurulmasın. Benim başıma asker dipçiği ile gelmesin. Çünkü sivil halkın elinde oyundan başka silahı yok. Onun için toplumun üstüne silahla gidilmez.
“YARGININ HATASI, SUÇ İSPATLANMADAN HAPSE KOYMALARI”
Aşırıya giden kalemşörler de var. İşi iftira, hakaret boyutuna getiren, ülkesini, ülkesinin başkanını aşağılayan kimseler cezalandırılan kısma giriyorlar.
Bizde yargının hatası şu: suçlu olduğu ispat edilmeden hapse koyuyorlar. Mahkemesi görülene kadar aradan 5-10 yıl geçiyor içeride. İnsanın suçlu olmadan hapse atılması doğru değil. Önce tutuklanıyor sonra mahkemeye veriliyor insanlar, mahkemelerin işi çok.
Hocam isminizin Adalet olması, sizi özellikle hukuk konularına yönlendiriyor herhalde?
Adım Adalet olduğu için mi yoksa kendim böyle miyim onu bilemiyorum.
“HRANT DİNK YÜRÜYÜŞÜNE KATILDIM”
Sadece edebiyatın içinde kaldığınızı söyleyebilir miyiz? Sizi toplu bir baş kaldırmada, protestoda görebilir miyiz mesela?
Tabii görebilirsiniz. Hrant Dink vuruldu mesela. Onun yürüyüşüne katıldım. Ben ırkçılığa karşıyım. Vergisini ödeyen herkesin vatandaşlık, millet hakkı vardır. Azınlıklarla ayrım olmaz. Yeni çıkan Atatürk kitabını da okudum, bazı azınlıkların baş kaldırmasına ne diyorsunuz diye soruyorlar. Ben şiddete başvuruluyor mu, başvurulmuyor mu ona bakıyorum.Yoksa benim hakkımı verin diyeni hapse atmam.
Atatürk’e hakarette hapis konusu. Onu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Eleştiri her zaman mümkün ama eleştirinin belgeleri olması lazım. Sebeplerini ortaya koymak lazım.
“İLK DARBE OLMASAYDI, TÜRKİYE’DE TİP VARDI”
Siyasetle Yeşiller’le EDP’nin birleşmesine olumlu bakmaktan, TİP’in büyük sempatizanı olmaktan başka bir bağınız oldu mu?
Üniversitede Fransız Dili ve Edebiyatı bölümüne girdiğim zaman Dil-Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde bazı profesörler "solcu" diye dışarı atılmışlardı. Nazım Hikmet hapse atılmıştı, büyük şair Nazım Hikmet Moskova’ya kaçtı ve orada öldü. Dil-Tarih Fakültesi'ne solcuların neden alındığını merak ettim ve kitaplarımı ona göre okudum. Eğer ilk askeri darbe olmasaydı, Türkiye’de İşçi Partisi vardı, adı sol parti olarak geçen tek parti TİP’ti. Başkanı Mehmet Ali Aybar diye büyük bir bilim adamı. Bir de Behice Boran diye felsefe profesörü. Fakat 12 Mart darbesiyle kapandı. O parti meclise 16 milletvekili sokmuştu, bunun içinde İlhan Selçuklar, Çetin Altan gibi gazeteciler de vardı. Vefa duygusu diye bir şey var.
“MİTİNGİNE GİTTİĞİM ÖDP BİR TANE OY ALAMAMIŞ”
Doğu Perinçek, TİP’in ideolojisini sürdürebildi mi?
O da kendine göre onun devamını yapmak istedi. Ama henüz işçi sınıfı olmamıştı, fabrikalar çalışmaya başlamamıştı. Ufuk Uraslar Özgürlük Demokrasi Partisi’ni kurduğunda trafik kazası geçirdim. 2 yıl yerimden kalkamadım, aday olmamı istediler. Bu profesörler çok inandığım profesörler. Bir kere Üsküdar’da yapılan mitinge gittim. Siyasiler oy toplamak için “Şunu yapacağız, bunu yapacağız” derler, ben kendi kendime farklı konuşmaya karar verdim. Ötekilere benzemesin diye “Eğer eğitim sisteminden memnunsanız ÖDP’ye oy vermeyin, eğer sağlıktan memnunsanız ÖDP’ye oy vermeyin” dedim, bir baktım bir tane oy almamış parti…(gülüyoruz) Sonra bana: Sizin sadece oy vermeyin dediğinizi duymuşlar, dediler. Çok güldük. Benim bütün siyasi maceram bu kadardır.
“15 TEMMUZ ÇOK ÖNEMLİ BİR DÖNEMEÇ OLDU”
“TOPLUM KENDİLİĞİNDEN UYANDI”
“MİLLET SADECE OYUYLA VAR OLABİLİR”
Cumhuriyeti toplumun üstündeki dar gömlek olarak betimliyorsunuz. Ne olmalı resmi ideolojimiz, nasıl yönetilmeliyiz nasıl bir gömlek değişimine ihtiyacımız var sizce?
Hülyacığım dikkat edersen "Dar Zamanlar" adında bir üçlemem var. "Ölmeye Yatmak", "Bir Düğün Gecesi" ve "Hayır"da aynı karakterler var. Fakat üçünde de askeri darbeleri başka biçimlerle ele alıyorum. Bu şu demeye geliyor. Millet sadece oyuyla var olabilir. Millet benim istediğim partiyi çıkarabilir ama millet onu istiyorsa ona ses çıkartamam. Bu ülkede koalisyonlar dönemi de oldu. Fakat ben şuna inandım, sol adını taşıyan partiler kapatılmasaydı, kendi yolunda gitseydi... Şimdi Türkiye’de fabrikasyon var kendi buzdolabımızı, kendi arabamızı kendimiz yapıyoruz, tarım bitti teknoloji çağındayız. Televizyon yüzünden her şeyi biliyor insanlar. O yüzden kendi haklarını da aramaya başladılar. 15 Temmuz gecesi nasıl yaşandı? Tankların karşısına halk kendiliğinden yürüdü, bu kadar uyandı toplum, 15 Temmuz çok önemli bir dönemeç oldu bence.
“GEZİ PARKI EYLEMLERİ DE BİR UYANIŞTI”
“15 TEMMUZ’U YAZSAYDIM, NELERDEN GEÇEREK BU HALE GELDİĞİNİ ANLATIRDIM”
15 Temmuz’u anlatın isterim. Çünkü siz darbeler tarihini yazan ve yaşayan bir yazarımızsınız. Yazacak olsaydınız 15 Temmuz’u nasıl yazacağınızı çok merak ediyorum.
15 Temmuz’da yeğenimin oğlunun düğünü vardı yapılamadı. Çünkü arabalar çalışmıyordu. “Halk kendi kendine uyandı” dedim. Taksim Gezi Parkı'nda gençler gösteri yaptılar, o da bir uyanış, gençlik her zaman başkaldırıcı olabilir. Önlerine polis sürüldü. Fakat 15 Temmuz gecesi halkın hiç bir şeyden haberi yokken halk tanklara karşı kendisi yürüdü. Ben 15 Temmuz’u yazsaydım, nelerden geçerek bu hale geldiğini anlatırdım. Çünkü daha önceki romanlarımda bunları yazmışım.
12 Mart 1971 askeri müdahalesini ‘Yüksek Gerilim’ ile, 1980 askeri darbesini ‘Hadi Gidelim’ ile anlattınız.
Bir Düğün Gecesi de var, orada orgeneralin oğlu ile tüccarın kızı yani para babasıyla askerin elele vermesini koydum ortaya.
“15 TEMMUZ’DA HALK MANİPÜLE EDİLMEDİ”
15 Temmuz halkın uyanması, dediniz de, Cumhurbaşkanımızın halkı uyandırması veya FETÖ tehlikesini önceden görmesi de var. 15 Temmuz’u diğer darbelerle karşılaştırdığınızda hangi darbeye benzetirsiniz veya benzersiz diye mi tanımlarsınız?
Geçen gün "40" diye programda, İçişleri Bakanı’na 15 Temmuz soruldu. Kendisinin nerede olduğunu anlattı. Hiçbir şey yokken tanklar caddede yürümeye başlamış ve onun karşısında bir toplum harekete geçiyor. Bu konunun o kadarını biliyorum. Kendiliğinden olmuş, manipüle edilmiş değil, bir partinin yaptığı bir şey değil. Benim kitaplarım yabancı dile çevrildi, İtalyancaya da çevrildi, oradan gelen bir gazeteci göç durumunu sordu. “Göç yalnız Türkiye’de yok İngiltere, Fransa ve Almanya bizim işçilerimize ırkçılık yapmaya başladı, önce ucuza çalıştırdılar işleri bitince ırkçı olmaya başladılar.” dedim. Artık dünyaya dair her şeyi öğreniyor, kendi seçeceği yeri kendisi tayin etmeyi öğreniyor. Eskiden göçebelik varmış. Kuraklık olduğu zaman sulu yerlere gidilirmiş, şimdi nerede karnı doyuyorsa oraya gidiyor. İstanbul’un çevresinde küçük fabrikalar kurdular ve işçi evleri diye küçük gecekondular zuhur etmeye başladı.
“15 TEMMUZ İÇİN HİÇKİMSE BİR PARTİNİN KIŞKIRTMASI DEMEDİ”
Ölmeye Yatmak’ta, Cumhuriyet ilkokulunda, farklı tabakadan kızların yaşadığı zorluklar vardı…Tabiatı itibariyle 28 Şubat’ta da dindar insanlar ayrıştırıldı. 15 Temmuz’da siyasilerin birlikteliğini beklediniz mi?
Gezi Parkı'nda öğrencilerin yaptığına CHP’de katıldı, kendine mal etmeye çalıştı. Maalesef CHP de muhalif parti olarak kaldı. Çoğunluk hep sağa oy veriyor. Özal vs. Oraya particilik burnunu soktu. Ama 15 Temmuz gecesi kimse sahip çıkmadı, adı geçmedi, bu partinin kışkırtması diyen olmadı. Halk kendi kendine hareket etti.
“BİZ MÜSLÜMAN ÜLKE OLARAK DİĞER ÜLKELERE BENZEMEYİZ”
“NÜFUS KAĞIDIMDA ‘MÜSLÜMAN’ YAZIYOR”
Peki dünyada Türkiye’de algısı nasıl? Siz kitaplarınızla nasıl bir algıya hizmet ettiniz?
Aslında Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Osmanlı’dan sonra kurulmuş, Orta Doğu'da Müslüman ülkeler arasında cumhuriyeti ilan etmiş tek yerdir. Müslüman toplumların; Suriye gibi, Irak gibi, İran gibi, Afganistan gibi hepsi olduğu yerde duruyor. Batı etkisiyle de olduğunu söyleyebiliriz. Mustafa Kemal, Türkiye toplumunun yönünü batıya doğru çevirdi ve ona göre yasalar çıkarttı. Biz Müslüman ülke olarak diğer ülkelere benzemeyiz. Paris'te bir toplantıya katılıyorum, neden başın örtük değil, diyorlar cehaletlerinden öyle söylüyorlar. Halbuki 1920’lerde örtü kaldırılmış. Bana bir gün dininiz ne diye sordular, nüfus kağıdımda Müslüman yazıyor, dedim. Ama Müslümanlığa ait namaz kılmıyorum, oruç tutmuyorum, bu gibi pratikler yapmıyorum, dedim.
Yani Müslüman algısı kötü mü demek istiyorsunuz?
Her zaman kalıntılar olur. Gelenekler değişir. Bugün herkes başörtülü. Bu sıcaklarda böyle nasıl gezebiliyorlar diyorum. Pratik bakıyorum.
“YAŞLI HÜCRE BULUNURSA ALLAH’IN VARLIĞINA İNANMAM”
Ama bir de "cehennem ateşi" diye bir şey var hocam. Orada yanmamak için buradaki sıcağa katlanmak zorundayız.
Onu ben bilmem. Halim ile konuşurken, Allah’ın varlığına şöyle inanmayabilirim dedim, ancak insanoğlu yaşlı hücre icat ederse o zaman Allah’ın varlığına inanmam. Çünkü tabiatın kuralları var, doğa kendini o kadar iyi dengeliyor ki. Deprem oluveriyor veya alt yapı olmayınca su basıyor.
“CENNET, CEHENNEM VAR MI BİLMİYORUZ”
O yaşlı hücre bulunmadığına göre Allah’a inancınız tam mı hocam?
Çaresiz insan bir yere dayanmak ister. Ama mevhum bir şeye dayanmak… Ölen dirilmedi ki, cennet, cehennem var mı yok mu? Nereden biliyoruz biz bunu, insanlar orada çürüyor gidiyor. Bu konuyu kapatalım.
“FİKİRLERİMİ EDEBİYAT KURALLARI İÇİNDE SÖYLEDİM”
“ROMANI DEĞİŞİME UĞRATTIM”
Cumhuriyet döneminin tüm arızalarını, tüm göçüklerini, tüm çukurlarını paylaştınız, gerek öykülerle, gerek anılarla. Cumhuriyetin sizin tabirinizle tüm hastalıklarından kurtulduğumuz söylenebilir mi?
Cumhuriyet Dönemi'nde kurulan ilkelerin hepsi akla yatkın ilkeler. Gelişime, ilme, bilime, akla, mantığa uygun işler. İnsanoğlu parasını kaybetmemek, çocuğunu beslemek için yalan söyleyebiliyor. Ben resmi dosyalara çok az inanmışımdır çünkü insanlar bazen yaranmak için, işini kaybetmemek için “iyi gidiyor” diyebilir. Aydın geçinen insanlar günlük tutsun istedim. Herkesin adı geçiyor. İstedim ki, herkes ne alırsa o olur. Benim fikirlerimi slogan halinde söylemiyorum, tamamen edebiyat kuralları içinde söyledim. Roman nasıl yazılır diye çok uğraştım, romanı değişime uğrattım, mesleğimi geliştirmek için de çok çalıştım, o da yerini buldu ki, hala okunuyorum.
“FİKRİMİN İNCE GÜLÜ İÇİN ERKEK ROMANI DENİLDİ”
Eserlerinizin sayısını tam biliyor musunuz bilmiyorum ama birden çok ödülün de sahibisiniz.
Fikrimin İnce Gülü bir araba sahibinin romanıydı, “Bunu bir kadın nasıl yazar, bu erkek romanı” dediler durdular. İlk romanım Ölmeye Yatmak'a “kadın romanı” denildi, arkadan Fikrimin İnce Gülü gelince şaşırdı millet. Orada yatırım ömürlük olmalı mesajı verdim, tüketim ekonomisine karşı yapılmış bir romandı.
“ROMAN UYDURMAK DEMEKTİR”
Romanlarınızdaki karakterleri hayatın içinden hatta çok yakınınızdan mı seçiyorsunuz? Fikrimin İnce Gülü’ndeki Bayram, Ölmeye Yatmak’taki Aysel gibi hepsi. Nasıl oluyor da her kahramanınız tanıdık çıkıyor?
Bilerek yazdığım kimse yok. İşime yarayacakları uyduruyorum. Roman uydurma demektir. Benim romanlarım bir anın romanlarıdır, birden bire kafama bir şey düşer, bu aydınlanma zamanıdır. Birden bire aklıma bir şey düşer, ondan sonra onun peşine düşerim. Fikrimin İnce Gül’ünde, ahali bir kahvede oturuyor, eski bir Ford geldi, herkes arabanın yanında ceketinin önünü ilikleyerek selama durdu. Arabası olan bir insanın büyük bir insan olarak görüldüğünün işareti oldu bu benim için. O zaman Bayram yetim, öksüz bir çocuk görüyor. Adam olmak için araba sahibi olması gerektiğini sanıyor, bunun için her şeyi yapıyor. Ben de yazar olarak var olmak istedim ve yazar olmak için elimden geleni yaptım. Çok çalıştım.
“YABANCI BİR ADAM TÜRKİYE’NİN RUHUNU İYİ KAVRAMIŞSIN DEDİ”
Oğuz Atay için, "Türkiye’nin ruhunu aradı ama bulamadı" denir. Türkiye’nin ruhu arayışı sizde de var mı?
Benim yabancı dile çevrilmiş kitabımı okuyan bir kişiye rastladım, “Siz Türkiye’nin ruhunu çok iyi kavramışsınız” dedi. Ben “Modern Türkiye” diye bir kitap yazıyorum, sizden alıntılar yapıyorum dedi. Bunu ben demiyorum, yabancı bir adam dedi.
“HAYIR ROMANIM ÜNLEM İLE BİTMİYOR….3 NOKTA İLE BİTİYOR...ÇÜNKÜ”
“MİLLİ SAVUNMA BAKANLIĞINDA AKADEMİ OLSUN İSTEDİM”
Türkiye’nin ruhunu anlamak için denemeleriniz oldu. 12 Eylül referandumuna “Hayır” oyu verdiniz, AK Parti dönemindeki referanduma “Evet” oyu verdiniz. Bu evet ile hayır arasındaki farkı açar mısınız?
Benim "Hayır" romanım özellikle üç nokta ile bitiyor, ünlem ile bitmiyor çünkü ben şiddete dayalı bir "Hayır" demiyorum. Muhalif olmak, adam öldürmekle olmamalı diyorum, silahsız olmalı, bunu kalemle yapıyorum, silahla yapmıyorum. Ben her zaman şiddete karşı oldum, demokrasiden yana oldum, her şeyimi onlara göre tartıyorum. Anayasa’nın değiştirilmesini istiyorum. Meclis'te kurulan Anayasayı değiştirme kuruluna mektup ve dilekçe yazdım. Sonra telefon ettim, ben oraya dilekçe gönderdim, siz bana cevap vermeye mecbursunuz dedim. Ertesi günü bana telefon ettiler: “Önerilerinizde son derece haklısınız fakat geçiremedik, meclisteki oyumuz yetmiyor” dediler. Anayasada milleti savunmak için bir bakanlık var. Ben Milli Savunma Bakanlığı için de asker yeri olsun, silah olmasın sadece akademi olsun istedim. Orada eğitim görsünler diye bilgiler bildirdim. Bunlara eğildim. Ben “Evet” dedim, çünkü Anayasa’nın değişmesini istiyordum. Şimdi hala çocuklar ant içsinler mi, içmesinler mi tartışılıyor. “Türküm doğruyum” diye başlasınlar mı, başlamasınlar mı. Şöyle bakmak lazım. Herkes ben Fransızım, ben Almanım diyor. Türk, millet adı olarak anıldığı zaman ırkçı değildir. Ama Nihal Atsız zamanında bir dönem ırkçılık yapıldı. Almanya’da Hitler çıktığı zaman ırkçıydı, kafatasını ölçüyorlardı. Türkiye’de sola karşı ırkçılık, Türkçülük çıktı.
“ISMARLAMA ŞEYLER OLMASIN”
Yani andımızın söylenmesini mi destekliyorsunuz?
Bana sorarsan ısmarlama şeyler olmasın. Bu biraz oy verilen iktidara bağlı. Şimdiki Cumhurbaşkanı Müslüman, Osmanlı’ya doğru çağrışım yapıyor. Yeniden dine yaslanıyor. Herkes şimdi inşallah, maşallah diye başlıyor, buna ne lüzum var.
“DÜN BİLİNMEDEN YARIN BİLİNMEZ”
Osmanlı ideolojisi tamamen mi kalksın diyorsunuz?
Hayır hiç bir şey tamamen kalkmaz. Dünü bilmeden yarın bilinmez. Ben buna yarının tarihçiliği diyorum. Tarih Vakfı'nı bunun için kurdum, 30 sayı dergi çıktı, Osmanlı zamanı da işlendi, en son Türkiye zamanı işlendi. Bizim yatırımımızla araştırma, inceleme için teşvik bursu verilsin istedik. Bunlar oluyor, güzel de oluyor.
Sayın Cumhurbaşkanı Türk’üm ama Türkçü değilim diye ırkçılık tartışmalarına son noktayı koydu.
Irkçı değilim demek istedi işte.
“ASKERİ BÜTÇE HİÇ TARTIŞILMIYOR”
Cumhurbaşkanımızın ve AK Parti döneminin vesayetten kurtulmak için olağanüstü çaba sarf ettiğini düşünüyor musunuz?
Şimdi bütçe görüşülüyor, şimdiye kadar askeri bütçe hiç reddedilmedi. Bütçe en çok Diyanet İşleri ve TSK. Geri kalan eğitim, kültüre gidiyor. Bunlara taktım. Bütçe görüşülüyor, askeri bütçe hiç tartışılmıyor, hala korku var demek ki. (Milleti savunma, yabancılara kaptırmama korkusu hala var demek ki.) Bu iş nereden çıktı? Bir ara Sovyetler, bir ara Balkanlardan Boğazlar'ı almak istediler. O zaman solcular vardı, Nazım Hikmet vs. Onlar bu işi biliyorlar diye onlara gittiler. Halbuki şöyle bakacağız. Rahmetli tiyatrocu Muhsin Ertuğrul gibi, o zaman en büyük üniversite Moskova’da, oraya gidiyorlar diye onların adı solcuya çıkıyor. Sonra ressam ve şairler Paris’e gidiyor. Yani dönem dönem bazı kültürler öne çıkıyor.
“ASKERİ DARBELER OLMASAYDI AVRUPA BİRLİĞİNE GİRMİŞTİK”
Askeri vesayet konusunda bir yol alındı mı sizce?
Eğer askeri darbeler olmasaydı, şimdiye kadar Avrupa Birliği’ne girmiştik. Askeri bütçeyi bekliyorum, yine görüşülmeyecek, şu kadar silah alınmayacak demeyecek kimse. Şu ana kadar böyle bir ses duymadım.
‘Hayatı Savunma Biçimleri’ (1997) isimli bir kitabınız var … Türkiye’nin koşullarına, askeri, sivil darbelere, darbe girişimlerine baktığımızda ülkemizi savunma-koruma biçimimiz nasıl olmalı?
Ben her şeyden önce demokrasiye inanıyorum. Demokrasinin ne olduğunu anlamamız gerekiyor. Eğri ve doğruyu herkes birlikte konuşmalı yani biri bastırılarak, diğeri susturarak değil. Ben bir zaman belirsizlik yaşadım. Uzaya gidilmeye başlayınca, romanlarımı hangi coğrafyaya yerleştireceğime dair bir belirsizlik dönemi yaşadım. Bu belirsizlik çaresizlik de yaratıyor insanda. İnsanlar aya giderse ne yapacaklar. Dünya nüfusu artıyor ama üretim o derecede artmıyor. Hava kirlenmesinden ötürü fena halde hastalıklar artıyor.
“DÜNYA ÇAPINDA KAOS VAR”
Yani bir belirsizlik dönemi içinde miyiz?
Evet öyle. Bir ara Balkanlar birbirine düşman oldular. Irkçılık başladı. Ben buna kaos diyorum. Şimdi dünya çapında bir kaos var. Bu zaviyeden bakmak lazım. Dışarıda bir takım kurumlar kuruluyor, Avrupa Birliği, Helsinki Derneği gibi. Bizim hükümetimizin de imzası var. Askeri zamanda derneği kurmak yasaktı, ona rağmen kurduk.
“TÜRKİYE’NİN DÜNYADA KABUL EDİLMESİ ÇOK ÖNEMLİYDİ”
Dar Zamanlar Üçlemesi isimli kitabınız da bir darbe kitabı. 1960 ihtilalinden 12 Eylül’e yaşadıklarımızın bu ülkeye kaybı olduğu kadar kazanımı oldu mu? Demokrasimizin kazandığını söyleyebilir misiniz?
Tabii söylerim. Müslüman imparatorluktan Türkiye Cumhuriyeti çıkmış. Bizim bunu Türkiye Cumhuriyeti devletinin başarısı olarak görmemiz gerekiyor. Çünkü Mustafa Kemal Atatürk, Cumhuriyeti kurduğu zaman Türkiye Cumhuriyeti Devleti dünya ülkeleri tarafından da kabul edildi. Bu da çok önemli. Kabul edilmeyebilirdi. Hala Afganistan cumhuriyet olamadı, babadan oğula prenslikle yönetiliyor, bizde bitti.
“AK PARTİ’Yİ SEÇMELERİNİN CEVABINI VEREBİLİYORDUM”
Yerel seçimlerde Türkiye’nin siyasi yönetiminde bir değişim bekliyor musunuz?
Bunun cevabını ekonomistler verse daha iyi olur ben bunun cevabını veremiyorum. AK Parti’yi seçmelerinin cevabını verebiliyordum çünkü teknoloji başlamıştı, işçiler para almaya başlamışlardı. Ama hava meydanı yapılırken işçiler yatacak yer verin deyince, hapse koymaya kalktılar. Bunlar olmaz. Bir de cumartesi annelerini bıraksınlar, kaybettikleri oğullarına ağlasınlar. Onların üzerine polisin gitmesine gerek yok.
“EYLEMCİLER, TÜRKİYE’DE DE DİRENEBİLİRLER”
Fransa’daki eylemler Türkiye’yi etkiler mi sizce?
Dışarıda bir şey olduğu zaman Türkiye'ye bundan her zaman etkilenmiştir. Galiba başkaldırıcılara karşı bir durum var. Çünkü adam (Macron) söz verdi, isteklerini (zammı) geri aldı, ama eylemler devam ediyor, onlar haklı, haksız bilmiyorum.
“'VATAN İÇİN CANIM FEDA OLSUN' EĞİTİMİNE KARŞIYIM”
Sahte değerlere, yanlış kalıplaşmış, kemikleşmiş tanımlara karşı savaş açtığınız bir kitaptı ‘Sessizliğin İlk Sesi’ Sizce Türk toplumunun aslolan ve uğruna savaşmaktan çekinmeyecek değerleri ve kolayca vazgeçecekleri neler?
“Vatan için canım feda olsun" eğitimine karşıyım. Tıpkı ant içmek gibi gerekli şeyler değil. İnsanlardaki sağduyu sayesinde kendilerini savunur. Bu bir eğitim sorunu. Vatan için ölürüm demenin bir anlamı yok, can her şeyden önemli.
Vatan uğruna şehit düşenler kahraman değiller mi?
Anne-babalar çocuklarının ölmesine razı oluyorlar. Şehit olarak gömüldüğü zaman memnun kalıyorlar. Kardeşimin de, çocuğumun da, kocamın da ölmesini istemem. Kahraman denilerek paye veriliyor.
“VATAN SEVGİSİNİ DÜŞME KORKUSU’NDA YAZDIM”
Ama tabii gayemiz, vatan topraklarını korumak ama şehit vermemek.
Ben vatan sevgisini Düşme Korkusu isimli kitabımda yazdım. Ne biliyorsun, karşı düşman da vatanını seviyor. Yalnız bizde yok karşı tarafta da var. Bunun hakkından gelmek lazım.
Nasıl gelmek lazım?
Helsinki gibi girişimler var.
“DÜŞME KORKUSUNU ÜZERİMDEN ATAMADIM”
Evde geçirdiğiniz zamanı en iyi anlattığınız kitabınız: Düşme Korkusu.. Çıkış noktanız yataktan düşmeniz olsa da mecazi olarak saygınlığını, değerini kaybetmekten, gözden düşmeyi, çaresizliğe düşmeye evrilen bir hikayesi var… ‘Ustalık Korkusu’nu ‘Efendimiz acemilik’ diye karşılıyorsunuz. Düşme korkusu devam ediyor mu?
Ben o kitabı şunun için yazdım: Yatağa yatırılmadan önce 3 kere düşmüşüm, eşim kim bilir neler çekti o zaman. Ölümden dönmüşüm. Bir kere de araba kazası geçirdim, o zaman yakınlarım kim bilir neler çektiler. Onun için ben düştükten sonra düşme korkusunu üzerimden atamadım. Ayakta durabiliyorum ama birine tutunuyorum. Yakınlarıma baş belası olmak istemiyorum. Halimciğim, beni masa başında hep iyi gördü. Ona “Bak şimdi masamın başına geçeceğim, el yazımla bir kitap yazacağım” dedim. Böylece iyi olduğuma inandı. Benim iyi olduğumu bilerek gitti, bir de hastanede bırakmayın evde ölmek istiyorum dedi, istediği yerine geldi. Bir de doktora acı çekip çekmediğini sordum, çekmiyor dedi. İki tesellim oldu. Bir acı çekmemesi, bir de evde olması.
“HALİM BENDEN ÖNCE YAZARLIĞIMI SEVDİ”
“KARDEŞLERİM YAZARLIĞIMA BAŞTA İNANMAMIŞLARDI”
15 Aralık 1954’te evlendiğiniz sizin için büyük aşkım diyen Halim Ağaoğlu’nu Temmuz ayında kaybettiniz. Doğan Hızlan, ‘Her başarılı kadının arkasında bir erkek vardır bu da Adalet’in eşi Halim'dir’ diye yazmıştı. Yeri tam olarak nerede, hayatınızın içi, arkanız, önünüz?
Doğan Hızlan’ın o lafına karşılık, ben de Doğan Hızlan’a dedim ki: “Senin arkanda 2 tane kadın var. Sen ayakkabını bile bağlayamıyordun, papyonunu bile teyzen bağlıyordu. Arkanda iki tane kadın vardı onları arka arkaya kaybedince neler çektiğini ben biliyorum” Böyle cevap verdim ona. Halim benden önce benim yazarlığımı sevdi. Çünkü ben var olmak için habire yazıyordum. Erkek kardeşlerim tarafından tamamen kucaklanmış değildim. Yazarlığıma başta çok inanmamışlardı. Belki de yazarken başıma bir bela gelmesinden korkuyorlardı. İlk oyunum sahnede oynanırken Halim yanımda oturuyordu. Elimi tutarak "Sakin ol" diyordu, aradığımı buldum. Halim ile evlenmeden önce arkadaşlık dönemim oldu, 6 ay boyunca elele yürüyebildim. Türk Televizyon Radyosunda memurum, o da karayolunda, yazarlığımı yakından izleyen tiyatro tarihi yazarımız Refik Ahmet Sevengil var, Halim’i çağırmış demiş ki, “Bak Halim oğlum, her genç kız evlendikten sonra bütün yeteneklerini kaybediyor, dikkat et Adalet öyle bir kız değil, onun yazmaya merakı var ve çok iyi yapıyor bu işi, söz ver onun yazmasına engel olmayacaksın” demiş. Bunu Halim sonradan anlatmış. Ama onun söylemesine lüzum yokmuş, bütün oyunları seyredip not aldığı defterini buldum, demek ki edebiyata, yazarlığa karşı bir eğilimi var. Ben beni sevmedi, yazarlığımı sevdi, diyorum.
“YANARAK ÖLMEK İSTEMEM”
Eşiniz Halim Ağaoğlu kendi ölüm ilanını vermiş, “Ankara’da Cebeci Asri Mezarlığı’nda beni toprağa verecekler. ‘Allah rahmet eylesin’ diyeceklere şimdiden eyvallah” demişti. Sizin planladığınız veya arzu ettiğiniz bir uğurlanma şekliniz var mı?
Benim hayatta kalan tek erkek kardeşim Ayhan, yaşı en yakın olan kardeşim. O olmasaydı ben bu cenaze işlerini beceremezdim. Ayhancığım babamızın işini büyütmekle kalmadı, çok güzel büyüttü, babama saygısı büyüktü ve ailesi için her şeyi yaptı. Bir gün bize telefon etti, iki tarafın da annesi babası öldükten sonra Halim ile Ayhan konuşmuşlar, ben böyle bir şey yazdığını biliyordum ama Ayhan’a gönderdiğini bilmiyorum. Ben gördüm Halinciğimin gözünü kapattığını gördüm, burama taş oturdu gitmedi. Bana nasıl gitmek istersiniz gibi matrak sorular sordular, cesetim yakılsın, küllerim havaya atılsın dedim, nasılsa duymayacağım demiştim ama yanarak ölmek istemem Allah korusun.
“CHP KENDİNİ YENİLEMELİ”
Adalet yürüyüşü yapmıştı Kemal Kılıçdaroğlu, orada neler hissettiniz? CHP’nin nasıl yönetildiğini düşünüyorsunuz.
Ben hatırlamadım, katılmadım. 2 yıl hastanelerde yattım, yurt dışındaydım, o dönemde neler olduğunu bilmiyorum. CHP, kendi kendine bakmalı, kendini yenilemeli. Bıraktığı yerde durmakla olmuyor. Güne göre adımlarını atması gerekiyor.
“İNSAN HAKLARINI SONUNA KADAR KORUYALIM”
Başka söylemek istediğiniz, edebiyat dünyasına vermek istediğiniz bir mesaj var mı?
Ben tek cümlelik şeyleri sevmiyorum. Herkes ne anladıysa o kadarını biliyorum. Ben her zaman şiddet olmasın, demokrasinin peşini bırakmayalım, insan haklarını sonuna kadar koruyalım diyorum.
SÜPER HABER
0 yorum:
Yorum Gönder
Yorumlarınızda Kişilik haklarına saldırı,küfür ve benzeri ifadeleriniz yayınlanmamaktadır.Yorumları yazarken İsminizi belirtmeniz önemle duyurulur.