Kimisi için kumandan, kimisi için büyük mütefekkir, kimisi için Müslümanca duruşun timsali, kimisi için hepsi, kimisi için hiçbiri… Uzun seferini bitirip kendisini bekleyenlerle buluştu Salih Mirzabeyoğlu. Deniz Baran konferanstan notlarını aktarıyor.
Tıklım tıklım dolu bir salon… Hatta sırf salon değil, salonun çıkışındaki hol, hole açılan merdivenler, merdivenlerin aşağısı… Her yer insan seli… Haliç Kongre Merkezi kolay kolay rastlayamayacağı bir akına maruz kalmış. Bir zamanlar “akın etmek” için yola çıkmış, en çetrefilli yollara rağmen seferini bırakmamış birini, en uzun akınından sonra selamlamaya gelmiş binlerce insan. Kimisi için kumandan, kimisi için büyük mütefekkir, kimisi için Müslümanca duruşun timsali, kimisi için hepsi, kimisi için hiçbiri… Ancak herkes için zulme karşı direnişin sembolü. Uzun seferini bitirip kendisini bekleyenlerle buluştu Salih Mirzabeyoğlu!
28 Şubat zulmünün canlı deliliydi Salih Mirzabeyoğlu’nun hikayesi. Kendisine bir fikir adamını düşman belleyen bir rejimin neler yapabileceğini gösterdi bize onun başına gelenler. Ve bu büyük zulme karşı ne kadar çaresiz, ne kadar sinmiş kalabileceğimizi gösterdi şüphesiz. Nasıl ifade edilir böylesine bir zulüm, böylesine bir haksızlık bilmem. Onun başından geçenleri izah edecek cümleleri kurmaya güç yetiremiyorken, Salih Mirzabeyoğlu tüm vakur duruşuyla göğüsledi her şeyi. Onun hikayesi de, misyonu da buydu belki. Belki gençliğinden beri asla sıradanlaşmayan, en derin fikir denizlerine yelken açmayı göze almış birine böylesi sıradışı bir direniş yakışacaktı. Hep vurguladığı o “bütünlüğü” , bize hep bir şeyi hatırlatan o duruşu belki ancak böyle tamamlanacaktı. Her ne olduysa oldu ve Mirzabeyoğlu seferini bırakmadı, fikir namusundan vazgeçmedi. Tamamlaması gereken ne varsa tamamladı ve geldi.
Ülke değişti de ona yapılan haksızlık bir türlü dinmedi
Türkiye hukuk tarihinin en büyük kara lekelerinden biri olarak tarihe yazılacak bir dava ile 16 yıldır, en kötü koşullarda hapiste tutuldu Salih Mirzabeyoğlu. 28 Şubat zulmünün sembolü oldu. Zulmün sembolü oldu… Öyle ki zaman geçti, ülke değişti de ona yapılan haksızlık bir türlü dinmedi. Çocuğunu okula bırakırken gözaltına alınıp örgüt evinde yakalanmakla itham edilen, 28 Şubat’ın kavurucu fırtınasında algı operasyonlarına kurban verilip aç kurtlara yem olarak atılan, itibarsızlaştırılan ama itibarsızlaştırılamadıkça devletin kendisine daha da hücum ettiği bir düşünce adamıydı o. Devletin duymaya yüreğinin yetemeyeceği düşüncelere sahipti ve her türlü haysiyetsizliği, her türlü hukuksuzluğu yapmak pahasına da olsa yok edilmeliydi. Hiçbir bağının kanıtlanamadığı bir olayı bahane ederek ve tüm ceza hukuku ilkelerini ezip geçmek suretiyle zindanlarına tıktı onu bu devlet. Tecrit etti, işkenceler yaptı ve bunları tek bir şok edici kelime ile örttü: İBDA-C. Herkes de oturdu izledi, ne de olsa devlet istediğini terörist ilân ederdi. Bir hiç için idam kararı verildi (olmadı, ağırlaştırılmış müebbete çevrildi) Salih Mirzabeyoğlu için; aynı dönemde devletin gerçek teröristleri ellerinde kanla sokaklarda cirit atarken. Dönemin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk, “Devletin itibarı kurtuldu.” dedi, diyebildi… Tek derdimiz buydu hepimizin. Haysiyetsiz bir itibar.
Nihayet siyasi ve kamusal uzlaşı bu haysiyetsizliği daha fazla taşıyamadı da 2014’te tahliye oldu. Daha da geçmişini anlatmaya gerek yok Salih Mirzabeyoğlu’nun. Bu haber, Cumartesi gecesi, tüm haksızlıkları, tüm zulmü göğüsleyen, devletin cinnetine tüm sükuneti ile karşı duran, tüm işkencelerden geçirilen ama yok edilemeyen Mirzabeyoğlu’nu selamlamaya gidenlerin hissiyatı için yazıldı. Salih Mirzabeyoğlu’nu tüm coşkusuyla karşılayan kalabalık için…
Her geçen gün gevşeyen ideolojik bağlarımızdan dem vurdu
Kendisini karşılayan kalabalığa ise sanki 16 yıl ara vermemişçesine bir muhabbetle karşılık verdi Mirzabeyoğlu. Kendisi hakkında bir sinevizyon ve üstadı Necip Fazıl ile beraber resmedildiği hediye tabloların takdimi ile başlayan buluşma onun masasına oturup kaldığı yerden devam etmesiyle manalandı. Uzun alkışlar ve sloganlarla başladı konuşmasına. Sevenleri adeta nefesini tutmuş beklerken, o, çok sade bir giriş yaptı. Yalın duruşuna yakışan bir giriş yaptı; aradan 16 yıl geçmemişcesine, onca şey yaşanmamışçasına başladı anlatmaya kaldığı yerden. Zordu onca yıldan sonra derli toplu anlatmak her şeyi. Hele ki zihni ateş gibi çalışmış bir fikir işçisi için…
Ama başladı. “Aslı saklıyor deliler.” dedi. İdeoloji meselesi ile başladı. İdeolojik namusu hatırlatmaktı amacı. Her geçen gün gevşeyen ideolojik bağlarımızdan dem vurdu. İdeoloji bağından koptukça, liberalleştikçe daha iyiye gidildiğinin kabulünün ise en büyük yüzeyselleşme, en büyük lümpenleşme olduğunu belirtti keskin diliyle. Ona göre “yaşama görevi” vardı insanın. Bir derdi olmayan, dertsiz kalan, fikri çabasından imtina eden bir insan bu görevi nasıl ifa edecekti? Nasıl bir hayat tasavvuruna sahip olacaktı?
Aslında bütün anlattıkları, İslami kesim de dahil olmak üzere birçok kesimin yeni yeni fazlaca sorgulamaya başladığı bir mefhumdu. Ama Mirzabeyoğlu’nun dilinde özelleşti konu. İdeolojilerden koptukça “arınmış, huzuru bulmuş olduğumuz” bir dönemde kendimizi konfora iyiden iyiye kaptırmış ve bunun sefasını sürerken aslında gerçekten bir sonraki aşamaya mı erişmiştik yoksa tamamen yoldan mı çıkmıştık? Bunun sorgusunu koydu ortaya. Tabi o sorgulamadı, cevabını da verdi. Cevabı yaşamıyla müsemmaydı tahmin edeceğiniz üzere… Hatta ideolojik duruşu adeta küçümseyen, kendi gibi olmayanı “gerici” gören yeni dünya algısına karşı duruşunu keskince ortaya koydu. “Demokrasi denen cici” diye nitelediği duruma dayanarak ideolojilerin silinmesinin fikri namusa, insanın asıl görevine ters düştüğünü lafı gevelemeden söyledi.
İnsan yaşama görevini ifa ederken irfan ile hareket etmeli
İdeolojiden bu kadar bahsetmesinin sebebi ise konuşmasını daha büyük resme taşımak içindi. Mirzabeyoğlu’nu Necip Fazıl’ın gözünde müstesna kılan (“Bütün ömrüm boyunca bir genç aradım. Elime bir geçti, pir geçti.” Necip Fazıl) -aynı zamanda kendisine de bu denli direnç sağlayan- zihni mücadelesi “fikriyatta tezatsız bir bütünlük” yakalama çabasıydı. Fikir namusunu korumak derken, ideolojik çabayı önemserken aslında hep dayandığı nokta buydu. Fikri bir bütünlük… Bu bütünlüğe ulaşmayan İslami etiketli veya değil her türlü çabayı eksik hatta belki nafile görüyordu. İnsan yaşama görevini ifa ederken irfan ile hareket etmeliydi ve bu da sahip olduğun düşünceyi tam olarak benimsemeyi, sonra bunun üzerinde tefekkür edip zihnin ve zamanın her tarafına yaymayı, sonra da bunu pratiğe dökmeyi gerektirirdi.
Mirzabeyoğlu’nun Büyük Doğu’da da, İBDA serüveninde de ortaya koymaya çalıştığı buydu. Bu, tüm zorluklara göğüs germeye değerdi çünkü hayatta her şey insanın kendi içinde sağladığı tezatsız bir bütünlükle manalıydı. Zihnimize modernitenin taktığı maskeleri ve yüzeyselliklerini yok saymalıydı. Doğru-yanlış herhangi bir davanın peşinde olmak dahi bu yüzeyselliğe yeğdi Mirzabeyoğlu için. “Hangi davadan olursan ol, kendini ileriye doğru derin izah etmeye bak” diye özetledi meramını.
Daha sonra konu medeniyet ve kültüre dokundu şüphesiz. O hep altını çizdiğimiz medeniyetimiz ve kültürümüz… Aslında altını çizip de oradan öteye geçemememizin sebebi, fikri bütünlük sorununda ve ideolojimize hürmet edemememizde saklıydı; bundan bağımsız olamazdı Mirzabeyoğlu’na göre. En azından ben böyle formüle edebildim derin cümlelerini. O açık sözlü, o iğnelemekten kaçınmayan üslubu ile paslanmış değerlerimizin pasını kazımaya çalıştı. Hep vurguladığı “tezatsız bir bütünlük” derdini kültürümüze, yaşantımıza yansıtmadığımız sürece düştüğümüz yollar nafileydi. Hatta bu minvalde İslami kesimin AB’ye rağbetini örnek vererek eleştirdi.
Dağınık giden konuşmanın son büyük ana fikri ise “irfan” konusunda idi. Yukarıda saydığı tüm olay ve olguların vukuu bulması şüphesiz ki tefekkür eden, belki “çile” çeken ve irfan sahibi olan bir nesille mümkündü. Uzatmadı, öz konuştu irfan hususunda. Ama bir tanımı tüm konuşmayı özetliyordu aslında. “İrfan, bilmeyi bilmektir.” dedi ve bilmeyi bilmeden bilineceklerin muvaffakiyete eriştiremeyeceğini vurdu yüzümüze.
Ömrünü zindanlarda heba etmeye çalışanları hüsrana uğrattı Mirzabeyoğlu
Derin,felsefi bir konuşma idi Mirzabeyoğlu'nunki. Yer yer zordu cümleleri idrak etmek. Öyle bir dinlemeyle anlamlandırılacak gibi de değildi zaten, dönüp üzerine düşündükçe parçalar birleşti. Ama denebilir ki çok şey hatırlattı bizlere…
Konuşmaya dair kompozisyon dışı iki not da düşmek isterim. Birincisi kendine yapılan haksızlığı reva görmeyen herkese ve tüm siyasi kanatlara, partilere teşekkür etti. Kısıtlı da olsa tüm siyasi partilerin bir şekilde bu haksız infaza karşı duruş sergilediğini anladık böylece. İkincisi ise Salih Mirzabeyoğlu’nun telegram ile zihninin kontrol edilmeye çalışıldığına dair vurgusuydu. Konferans boyuna birçok kez bunu dile getirdi.
Ömrünü zindanlarda heba etmeye çalışanları fikir damıtarak hüsrana uğrattı Mirzabeyoğlu. Ne de olsa “Cumhuriyet sonrası kavruk nesillerin ilk ciddi fikir sesi” idi o Necip Fazıl’ın deyimiyle. Ve yıllar sonra kendisini selamlamaya gelenlere de fikrin sesi oldu sadece. Güzel bir geceydi, ilham vericiydi. Herkes İçin Adalet Platformu, adına yakışır bir muhabbete vesile oldu, onlara da teşekkür etmek lazım.
Tüm geceyi özetleyecek bir sözü ile kapatalım Mirzabeyoğlu’nun: “Ben yüzme biliyorum, bu kadar adam bilmiyor diye gerçek değişmiyor ki.”
Deniz Baran /Dünya Bizim
Home / güncel /
Haliç Kongre Merkezi /
konferans /
Salih Mirzabeyoğlu /
Üst Manşet
/ Salih Mirzabeyoğlu ile gecikmiş bir buluşma
Kaydol:
Kayıt Yorumları
(
Atom
)
0 yorum:
Yorum Gönder
Yorumlarınızda Kişilik haklarına saldırı,küfür ve benzeri ifadeleriniz yayınlanmamaktadır.Yorumları yazarken İsminizi belirtmeniz önemle duyurulur.